Okuribito (2008)



Türkçe adı: Gidişler
İngilizce Adı: Departures
Yönetmen: Yojiro Takita
Oyuncular: Masahiro Motoki, Tsutomu Yamazaki, Ryoko Hirosue
IMDB puanı: 8.3
Zeynop puanı: 7


2008 yılı Oskar töreninde çoğu insan gibi en iyi yabancı film ödülünün Vals im Bashir'e gideceğini düşünüyordum, ama sonra Okuribito isimli bir Japon filmi geldi ve ödülü kaptı gitti, bize de filmi izlemek düştü.


Okuribito'nun konusunu kısaca özetlersek, Daigo adlı bir çellist çaldığı orkestranın dağılmasından sonra eşi ile birlikte doğduğu yere geri döner ve orada Gidişler adlı bir şirkette yüksek maaşlı bir iş bulur. İlk olarak seyehat acentasında çalışmaya başlayacağını düşünen Daigo, görevinin aslında bir Nokanshi'nin, yani ölüleri bir sonraki hayata hazırlayan ve defin işlemlerini yapan kişinin yanında çalışmak olduğunu öğrenir. En başta korkarak ve çekinerek başladığı bu iş daha sonra Daigo'ya yaşam ve ölüm hakkında derin bir iç görü sağlamaya başlar.


Gidişler, eli yüzü düzgün, sadece görüntüler ve müzikler için bile izlenebilecek bir film. Film, günlük hayatımızda bize uzakmış gibi görünen ama bir o kadar da korku getiren ölüm fikrini, huzur dolu bir yolculuk olarak sunuyor bize.


Lakin, filmin içine koyulan baba-oğul ve karı-koca ilişkisi, zaman zaman filmin odağını kaybetmesine yol açıyor, ve filmin konusunu toparlaması yer yer zorlaşıyor. Bu parçalar filmin ana metnine yerleştirilmemiş olsa, amaçlanan etkiye daha kolay ulaşılabilirdi.


Sonuç olarak büyük beklentilere girmeden, yine de izlenmesi gereken bir film. Ama eğer ölüm-yaşam hakkında çok etkileyici, hayat değiştirici bir şeyler izlemek istiyorsanız bu film dişinizin kavuğunu doldurmayacaktır. Böyle bir deneyim için sizi Six Feet Under dizisinin 5 sezonuna yönlendirmek isterim.

Feast of Love (2007)


Türkçe adı: Sinemalarda gösterime girmediği için çevrilmedi.
Yönetmen: Robert Benton
Oyuncular: Morgan Freeman, Greg Kinnear, Selma Blair
IMDB puanı: 6.7
Zeynop puanı: 6

Aşkın ve sevginin farklı şekilleriyle ilgili küçük bir film Feast of Love. Sevgiyi arayan, bulup kaybeden, kaybetse de denemekten vazgeçmeyen farklı karakterlerin hayatlarına ortak oluyoruz filmi izlerken. Bazı karakterler alabildiğine doğal ve sevilesi (Oscar, Chloe, Harry), bazıları ise bir o kadar sinir bozucu. (Mesela Greg Kinnear'ın canlandırdığı Bradley karakterinin ah ben çok şekerim, ay çok iyiyim tripleri, içimde bir sevgi kırıntısından çok, elime balta alma isteği uyandırdı.)


Sonuç olarak üzerine yazılacak pek fazla şey yok. Basit, düşündürmeyen bir film izlemek istiyorsanız, buyrunuz. Yok adamakıllı bir film izleyeyim diyorsanız kaçınınız.


Not: Pek değerli Bill'imizi, David Carradine'i enteresan bir biçimde kaybettik. May he rest in peace.


Todo Sobre mi Madre (1999)





Türkçe adı: Annem Hakkında Herşey
Yönetmen: Pedro Almodovar
Oyuncular: Cecilia Roth, Antonia San Juan, Penelope Cruz, Marisa Parades, Toni Canto
IMDB puanı: 7.8
Zeynop puanı: 8.5



Almodovar'ın neredeyse bütün filmlerini izleyip Annem Hakkında Herşey'i atladığım ve onu sona bıraktığım için çok utanıyorum. Nasıl büyük bir cevheri kaçırmışım, izledikten sonra anladım.


Üzerine sayfalarca yorum gerektiren bu filmi uzun uzun anlatıp sizin için spoil etmek istemiyorum (Hatta DVD'sini alıp ordan izlerseniz de lütfen DVD'nin arkasını okumayınız çünkü neredeyse baştan sona anlatmış filmi)


İzleyin kendiniz görün, oyunculuklara, müziklere, hayatta bir insanın başına gelebilecek en kötü olaylardan birisini nasıl abartmadan, sakince, arabeskleşmeden anlattığına, Arzu Tramvayı göndermelerine, tiyatro sahnelerine hayran kalın.


Bu arada Uçan Süpürge Film Festivali'nin bu seneki konuklarından birisi filmin biricik Agrado'su Antonia San Juan'dı.


Sonuç olarak bugün anneler günü efendim ve "anne" temalı bu bir ağlatıp bir güldüren filmi izlemek için çok iyi bir zaman. Hemen izleyiniz, DVD'sini alınız, arşive kaldırınız.

88 Minutes (2007)





Türkçe adı: 88 Dakika
Yönetmen: Jon Avnet
Oyuncular: Al Pacino, Alicia Witt, Leelee Sobieski, Ben McKenzie, Amy Brenneman
IMDB puanı: 6
Zeynop puanı: 6.4


Al Pacino neden artık film seçemiyor acaba? En son Angels in America'da hayran kalmıştım kendisine ama ondan sonra rol aldığı tüm prodüksüyonlar ne yazıkki birer hayal kırıklığı. Filmler rezalet, berbat demiyorum ama Al Pacino gibi önemli bir aktörün klasına uymuyor bence.


Her neyse, 88 Minutes alışılmış bir gerilim, gizem ve dram filmi. İzlerken hoşça vakit geçiriyorsunuz, bitince de anında unutup gidiyorsunuz. Konuyu özetlemek gerekirse psikiyatrist ve üniversite profesörü olan Jack Gramm, bir seri katil olan Jon Forster'ı hapishaneye gönderip ölüm cezası almasına vesile olmuştur. Lakin Forster'ın stilinde işlenen yeni cinayetlerin ortaya çıkması ve Jack Gramm'a gelen "Ölümüne 88 dakika kaldı" telefonları Gramm'ı içinden çıkılması zor bir duruma sokacaktır.


Sonuç olarak, çok şey beklemeden oturup bir Pazar günü izlenebilecek bir film 88 Minutes.

The Jane Austen Book Club (2007)





Türkçe adı: Jane Austen Kitap Klubü
Yönetmen: Robin Swicord
Oyuncular: Emily Blunt, Kathy Baker, Hugh Dancy, Maria Bello
IMDB puanı: 7.1
Zeynop puanı: 7.2


Kolay, sıkmayan, düşündürmeyen, yer yer gülümseten, yer yer de hüzünleten bir film izleme havasındaydım. Aradığım film The Jane Austen Book Club'mış; izleyince anlamış oldum.


Filmimiz hayatlarında çeşitli problemler yaşayan 5 kadının, sorunlarından uzaklaşıp en sevdikleri yazar olan Jane Austen'ın kitaplarını tartışmak için kurdukları bir kitap klubü hakkında. Kadınlarımız, bir de erkek bakış açısı almak için aralarına kattıkları Grigg ile her ay buluşup bir kitap üzerine tartışmaya ve konuşmaya başlıyorlar. Tabi ki tartıştıkları kitaplarla kendi hayatlarında olan olaylar da yer yer çakışmaya başlıyor. Aşk, gurur, çöpçatanlık, önyargı gibi bütün favori Jane Austen temaları filmimimizin kahramanlarını da çevreliyor.


Ben bir Jane Austen hayranı değilim, hatta Grigg karakterinin hayranı olduğu Ursula K. Le Guin benim için çok daha büyük bir anlam ifade eder ama belki de bir Austen hayranı olmadığımdan dolayı filmi beğendim ve eğlenceli buldum. Eğer bir Jane Austen hayranı olsam Austen'in kitapları üzerine yapılan yüzeysel tartışmalar canımı sıkabilirdi mesela.


Sonuç olarak The Jane Austen Book Club sizi sıkmadan hoşça vakit geçirtebilecek "hoş bir seyirlik" filmi.

Taken (2008)




Türkçe adı: 96 Saat
Yönetmen: Pierre Morel
Oyuncular: Liam Neeson, Famke Janssen, Maggie Grace
IMDB puanı: 8
Zeynop puanı: 7.5



İşini gayet güzel yapan yer yer dramatik ögelerle bezenmiş bir aksiyon filmi Taken. Başrolde Liam Neeson, yan rollerde ise Famke Janssen ve Lost dizisinin Shannon'ı Maggie Grace var.


Konuya gelirsek eski ajan Bryan Mills'in kızı bir arkadaşıyla Fransa'ya gittiğinde kaçırılır ve kadın ticareti yapan Arnavutların eline düşer. Mills'in kızını kurtarabilmesi için çok kısıtlı bir süresi vardır.


Filmin eksileri: 26 yaşındaki Maggie Grace'in 17 yaşındaki bir kızı oynaması. Kötü adamların stereotipik olması. Yer yer gözümüze çarpan Cüneyt Arkın sahneleri.


Filmin artıları: Vallahi de billahi de çok heyecanlı. Liam Neeson pek inandırıcı. Efektler ve aksiyon sahnelerinin başarılı olmasının yanı sıra hikayenin de boş olmaması.


Sonuç olarak güzel bir aksiyon/dram filmi. İzleyin.

Knowing (2009)





Türkçe adı: Kehanet
Yönetmen: Alex Proyas
Oyuncular: Nicolas Cage, Chandler Canterbury, Rose Byrne
IMDB puanı: 6.8
Zeynop puanı: 6


Her şey oysa ne kadar da güzel başlamıştı. Bir zaman kapsülüne çocuklar 50 yıl sonra dünyanın nasıl bir yer olacağı konusundaki düşüncelerini, resimlerini koydular. 50 yıl sonra bu kapsül başka çocuklar tarafından açıldı, mektuplardan birinden ise gelecekteki olaylarla bağlantılı olan sayı dizinleri çıktı. Sonra güzel güzel görsel efektler belirdi ve inanılmaz bir uçak kazası sahnesi bir iki senaryo saçmalığını gözardı etmemizi sağladı. Sonra ne oldu? Film sapıttı, ne filmi olduğunu, neyi anlatmaya çalıştığını unuttu, abuk sabuk, saçma sapan bir şeye dönüştü. (bkz. Dreamcatcher) Güzel başlangıça, pek yetenekli bir yönetmene, başarılı bir çocuk oyuncuya yazık oldu. (Nicolas Cage ise her zamanki gibi aynı Nicolas Cage, bunu iyi olarak da kötü olarak da alabilirsiniz)


Bu film hakkında söylenebilecek başka da bir şey yoktur.

Baghead (2008)




Türkçe adı: Kese Kağıtlı Katil
Yönetmen: Jay Duplass, Mark Duplass
Oyuncular: Ross Partridge, Steve Zissis, Greta Gerwig, Elise Muller
IMDB puanı: 5.8
Zeynop puanı: 5.6



Çeşitli film festivalleri kapsamında ülkemizde de gösterilmiş bu film için bağımsız bir Amerikan sineması örneği diyebiliriz efendim. Hemen konuya girelim. 4 arkadaş vardır (2 kadın, 2 erkek), 4'ü de film endüstrisinde bir şeyler yapmaya çalışmaktadırlar; lakin hiç birisi tam anlamıyla başarıya ulaşabilmiş değildir. Bir gün içip eğlenirken akıllarına oturup güzel bir film senaryosu yazma fikri gelir ve bu planı gerçekleştirmek için sessiz bir dağ evine gidip yazmaya başlarlar. Akıllarına gelen fikre göre kafası kese kağıtlı bir katil etrafa dehşet saçmaktadır. Acaba senaryo yavaş yavaş gerçek mi olacaktır?


Filmin konusunu okuduğumda göbekli, kese kağıtlı bir katil fikri çok enteresan gelmişti. Böyle bir katil düşüncesi hala enteresan ama film için o kadar da ilginç diyemeyeceğim. Genellikle klişelerle bezenmiş, 35mm bir kamerayla çekilmiş bu filmin yer yer yüzümüzü gülümsetse de tam olarak başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim.


Farklı bir şey izleyeyim, biraz bağımsız takılayım diyorsanız buyrunuz, yok güzel bir bağımsız film izleyim, şöyle ağzımda tat bıraksın diyorsanız ise uzak durunuz.

Frozen River (2008)



Türkçe adı: Donmuş Nehir
Yönetmen: Courtney Hunt
Oyuncular: Melissa Leo, Misty Upham, Charlie McDermott
IMDB puanı: 7.3
Zeynop puanı: 7.5


Genelde yan rollerin oyuncusu olan Melissa Leo'yu Oscar'da en iyi kadın oyuncu adayı olarak görünce şaşırmıştım. Filmi izledim, artık şaşkın değilim. Ödülü kazanan Kate Winslet'in The Reader'daki performansına göre Melissa Leo'nun Frozen River'daki oyunculuğunun beni daha çok etkilediğini de kötü bakışları üzerime çekmek pahasına söyleyeceğim.


Sundance Film Festivali'nde büyük ödülü kapan Frozen River, New York eyaletinde kar kışın ortasında 2 çocuğuyla birlikte ufacık bir prefabrik evde yaşayan Ray'in (Melissa Leo) zorlu yaşamına tanık ediyor bizi. Ödeyemediği borçlar, çocuklarına sağlayamadığı olanaklar Ray'in para bulabilmek için farklı bir yöne sapmasını sağlıyor ve tam bu sırada da yolu kızıldereli Lila ile kesişiyor.


Film, karakterler, her şey o kadar gerçek ki, karakterlerle empati kurmak izleyici için kaçınılmaz bir hale geliyor. Hatta aynı durum benim de başıma gelse ben de aynı şeyleri yapardım diye düşünmeden edemedim.


Dokunaklı ve yürek burkan (bu tabiri hep kullanmak istemişimdir:) bir hikaye. İzleyiniz.

The Reader (2008)




Türkçe adı: Okuyucu
Yönetmen: Stephen Daldry
Oyuncular: Kate Winslet, Ralph Fiennes, David Kross
IMDB puanı: 7.8
Zeynop puanı: 7


Stephen Daldry'nin elinden çıkan filmlerin benim için özel bir yeri vardır. (bkz. The Hours, Billy Elliott) The Hours benim için şimdiye kadar yapılmış en güzel edebiyat uyarlamalarından birisidir mesela.


Her neyse. Anlaşıldığı üzere Stephen Daldry'i severim, Kate Winslet'i de severim peki film için ne düşünüyorum? Film güzel olmuş, ama çok güzel değil. (gayet basit bir anlatımla: )


Film farklı dönemlerde Almanya'da geçiyor ve bize aynı karakterlerin değişik zamanlardaki değişimlerini, yaşantılarını sunuyor. (Ve evet yine bir Hollywood klasiği olarak sürekli İngilizce konuşan Almanlarla karşı karşıyayız)


Michael adlı genç Alman çocuğumuz bir gün hastalanır ve ona bir biletçi olarak çalışmakta olan ve kendisinden yaşça epey büyük Hanna yardım eder. Hanna'dan çok etkilenen Michael onu daha sonra ziyarete gider ve ikilinin arasında cinsellik odaklı bir ilişki başlar. Bu buluşmalarında Hanna Michael'dan kendisine sürekli kitap okumasını ister. Hanna'nın aniden gidişiyle yolları ayrılan bu iki kişi, yıllar sonra Nazilerin yargılandığı bir mahkeme salonunda beklenmedik bir şekilde tekrar karşılaşırlar.


Filmin artılarına gelelim: Oyunculuk fevkaladenin fevkinde, müzikler çok hoş, hikaye bakımından da vıcık vıcık olmadan insana duyguları yansıtabiliyor.


Eskiler: Tekrardan, İngilizce konuşan Almanlar, bir de afişte yer alan "How far would you go to protect a secret" aka "Bir sırrı korumak için ne kadar ileri gidersiniz" ibaresindeki "sır" gayet alakasız ve sıradan bir şey. Ve spoiler vereceğim özür dilerim ama bir kadının tüm hayatını bu sırrı korumak adına feda etmesi hiiiiiç mantıklı değil, kusura bakmayın.


Kate Winslet Oscar heykelciğini alnının akıyla almış, The Reader da iyi ki en iyi filmi almamış diyerek sözlerime son veriyorum.


Peki izlemeli misiniz? Eh, izleyin tabii ki.

Seconds (1966)



Türkçe adı: İkinciler
Yönetmen: John Frankenheimer
Oyuncular: Rock Hudson, John Randolph, Frances Reid
IMDB puanı: 7.6
Zeynop puanı: 7.6


Evet efendim, bugün birazcık eskilere dönüp sizlere John Frankenheimer'ın başyapıtı diyebileceğimiz Seconds adlı filminden söz etmek istiyorum. Film 1966 yapımı siyah beyaz bir gerilim. Başrolde de pek değerli ve ayrıca da yakışıklı Rock Hudson mevcut.


Filmimiz hayatından sıkılmış kişilere ikinci bir yeniden doğuş şansı veren gizli bir şirket ve bu kategoriye giren Arthur Hamilton karakteri üzerine dönüyor. Bir bankada çalışan Arthur, banliyödeki evinde karısı ile birlikte yaşamaktadır, ve hayatı ona hayallerini bir türlü sunamamaktadır.


Yeni bir şans için eski hayatını tamamen geride bırakır ve bir dizi estetik ameliyat, ses teli operasyonları ve fiziksel ve ruhsal badireler atlatarak kendini yakışıklı ve yetenekli ressam Tony olarak bulur. Lakin bundan sonra filmimiz Kafkaesk bir hal alarak, bu dönüşümün etkilerini incelemeye ve şirketin kurallarını sorgulamaya başlar.


Gerek kamera kullanım teknikleri, gerek oyunculuk gerekse konusu bakımından zamanının çok ötesinde bir film Seconds. Başlıyor ve hiç bir şekilde sendelemeden alnının akıyla bitiyor. Herkese tavsiye ediyorum.

Blindness (2008)


Türkçe adı: Körlük
Yönetmen: Fernando Meirelles (bkz. City of God)
Oyuncular: Julianne Moore, Mark Ruffalo, Danny Glover, Gael Garcia Bernal
IMDB puanı: 6.8
Zeynop puanı: 6.6



Pek karışık duygular içindeyim sevgili okurlar. Film hakkında olumlu mu yoksa olumsuz bir eleştiri mi yazsam karar veremiyorum. Öncelikle utanarak ve sıkılarak Jose Saramago'nun Blindness adlı romanını okumadığımı bu yüzden de yazdığım her şeyin sadece film ile sınırlı kalacağını belirtmek isterim.


Film neresi olduğu belli olmayan bir şehirde bir adamın aniden ve sebepsiz yere kör olmasıyla başlar ve bu adamla temasa geçmiş herkes de yavaş yavaş kendini bu "beyaz" körlüğün içinde bulur. Körlükten etkilenmeyen tek kişi göz doktorunun karısıdır (Julianne Moore) Bu arada enteresan bir şey, karakterlerimizin, şehrin, hastalığın, kısacası hiçbir şeyin ismi konulmamış filmde, her şey adsız.


Kocasını yalnız bırakmak istemediği için kör gibi davranan Julianne Moore, diğer hastalarla beraber karantina edilmiş bir yere yerleştirilir. Körlerin arasında gören tek kişi olarak yaşamaya başlar.


Şimdi efendim, filmde beyaz rengin kullanımı öncelikle çok hoş olmuş. Yönetmenimiz gerçekten de görsel açıdan başarılı bir işe imza atmış. Julianne Moore'da gerçekten çok iyi oynamış. Ama ne yazıkki aktörlerimizin pek çoğu kör rolü yapamıyorlar, gözleri fıldır fıldır dönüyor. Film yer yer Children of Men, 28 Days Later, ya da I am Legend'ı hatırlattı bana. Bunun dışında en son The Mist adlı filmde de görmüş olduğumuz insanların zor durumlarda birbirlerine karşı cephe almaları, diktatörlük kırıntıları, iç savaşın başlaması gibi alışılmış kareler de mevcut.


Bana sorarsanız konu en başlarda gerçekten çok enteresan bir şekilde başlıyor, bu enteresanlık filmin sonuna kadar devam edemese de filmin başarılı yönleri mevcut. Lakin, film gereğinden fazla uzatılmış ve sinema açısından söylediği yeni bir şey yok. Tüm dünya kör olurken sadece bir grup insanın neden karantinaya alındığını da hala anlamış değilim.


Sonuç olarak duyularla ilgili kitapların sinemaya aktarılması zaten büyük bir risk. (bkz. Parfüm) Körlük elinden gelenin en iyisini yapmış, ve bu yüzden de ona kötü bir film diyemeyiz, ama iyi bir film de değil.


P.S:Bu arada filmde Sandra Oh ve Gael Garcia Bernal sürprizleri de var. Söylemeden geçemedim.


Rachel Getting Married (2008)



Türkçe adı: Rachel Evleniyor
Yönetmen: Jonathan Demme
Oyuncular: Anne Hathaway, Rosemarie Dewitt, Mather Zickel, Debra Winger
IMDB puanı: 7.1
Zeynop puanı: 7.3


Hüzünlü bir hikaye, ama bir o kadar da gerçekçi. Üstesinden gelinemeyen pişmanlıklar, ve bu pişmanlıkların insanların ve çevresindekilerin hayatları üzerindeki etkileri üzerine bir film Rachel Getting Married. Hikaye gayet etkileyici olmasına rağmen, oyunculukların güzelliği hikayeyi bile yer yer arka planda bırakıyor.


Anne Hathaway oyunculuk bakımından artık tamamen "olmuş" diyebiliriz. Zaman zaman düğün sahneleri gereğinden fazla uzatılmış olsa da, hayatta gördüğüm en güzel düğüne de ev sahipliği yapan ve müzikleriyle insanın içine işleyen bu dokunaklı filmi herkese tavsiye ediyorum.

Nick and Norah's Infinite Playlist (2008)



Türkçe adı: Nick ve Norah'nın Bitmeyen Şarkıları
Yönetmen: Peter Sollett
Oyuncular: Michael Cera, Kat Dennings, Ari Graynor, Rafi Gavron
IMDB puanı: 6.9

Zeynop puanı: 6.5


Juno benzeri bir açılışla başlayan ve Juno'nun esas oğlan kahramanını bünyesinde barındıran Nick and Norah's Infinite Playlist, ne yazıkki başarı adına Juno'nun yakınından uzağından geçemiyor.
Filmin konusuna bakmak gerekirse, Nick kendisine pek uygun olmayan sevgilisinden ayrılmış ama hala bu durumu atlatamamış liseli bir gençtir. Eski sevgilisi için karışık CD'ler yapmaktadır ve bu yaptıkları eski kız arkadaşının umrunda bile değildir. Lakin Norah, Nick'i tanımamasına rağmen, yaptığı karışık CD'lerden dolayı Nick'e karşı sıcak duygular beslemektedir. Bir gece ansızın bu ikili karşılaşırlar, tanışırlar ve müzikle dolu upuzun bir gece onları beklemektedir.

Eğer şöyle hoşça vakit geçireyim, eğlencelik bir film izleyim diyorsanız buyrunuz diyeceğim ama film aslında o kadar eğlencelik de değil, ve çoğu zaman da inandırıcılıktan uzak. Başrollerdeki Michael Cera ve Kat Dennings'in de beyaz perde kimyaları hiiç ve hiiç uyuşmamış. Michael Cera filmdeki sevdiceği Kat Dennings'in küçük kardeşi gibi durmuş vallahi.


Sonuç olarak, size kalmış diyerek huzurlarınızdan ayrılıyorum.

The Visitor (2007)





Türkçe adı: Ziyaretçi
Yönetmen: Thomas McCarthy
Oyuncular: Richard Jenkins, Haaz Sleiman, Danai Gurira
IMDB puanı: 7.9
Zeynop puanı: 6.5


Bu filme karşı çeşitli beklentilerim vardı. İzleyeceğimi, çok beğeneceğimi, kendimi çok iyi hissedeceğimi, yüzümde de bir gülümseme oluşacağını düşünüyordum. Afişi böyle içimi ısıtmıştı, hem Richard Jenkins'i de bir Six Feet Under hastası olmamdan dolayı çok severim.


Ama ne yazıkki film klişe üstüne klişe yaratarak tüm beklentilerimi ters düz etti. (ters yüz müydü yoksa?)


Filmin konusu şöyle efendim. Bir üniversite profesörü olan Walter, bir konferansta makale sunmak için New York'a gelir. Kendisinin New York'ta senelerdir uğramadığı bir dairesi vardır (bu hiç inandırıcı değil mesela, insanın New York'ta dairesi olur da uğramaz mı hiç?) Evine girdiği zaman içeride kalan iki göçmenle karşılaşır. (Tarık ve Zeynep: ) Evin boş olduğu söylenerek daire onlara kiralanmıştır. Walter bu iki kişiye acır ve New York'ta olduğu sürece onunla kalabileceklerini söyler. Walter karısının ölümünden sonra kendini bir yalnızlık içinde bulmuştur, ve bu iki kişinin yaşadığı sorunların dışında kalamayacaktır. Kaçak göçmenlerle olan bu birlikteliği ona daha önce farkında olmadığı yönlerini de keşfettirecektir.


Film güzel başladı, lakin kör gözün parmağı misali, sürekli Özgürlük Heykeli, Amerikan bayrağı, yok efendim duvarlardaki göçmenleri seviyoruz posterlerini çekerek bariz bir Amerikan eleştrisi yapmaya başladı. Filmlerin yapmaya çalıştığı şeyi seyircinin gözüne soka soka yapması ve izleyiciye hiçbir şey bırakmaması beni hiç mutlu etmemiştir. The Visitor için de durum farklı olmadı. Film uzadıkça uzadı, mesaj verildi bitti ama film bir türlü bitmedi.


Sonuç olarak Richard Jenkins'i hala seviyoruz, ve ne yaparsa izlemeye varız ama The Visitor olmamış. Cık.

The Wrestler (2008)




Türkçe adı: Şampiyon
Yönetmen: Darren Aronofsky
Oyuncular: Mickey Rourke, Marisa Tomei, Evan Rachel Wood
IMDB puanı: 8.5
Zeynop puanı: 9


Slumdog falan bahane The Wrestler pek bir şahane demek istiyorum sevgili sinema severler.

Kısa ve öz yazacağım bu seferlik.


Slumdog Millionaire'de oyunculuk falan pek bir yoktu bilmem katılır mısınız bu fikrime. Görsel olarak hoş, güzel filmdi ama benim için sadece hoş bir seyirlikten ibaretti. The Curious Case of Benjamin Button ise görsellik ve oyunculuk bakımından pek bir başarılı olmasına rağmen, senaryo konusunda ne yazıkki acıcık sınıfta kalıyordu.


Bu filmlerin karşısında The Wrestler benim için her bakımdan ve her yönüyle "olmuş" bir film, insana hissettirmek istediği her şeyi hissettiriyor. Görsel oyunlara ve efektlere pek ihtiyaç duymadan anlatmak istediği hikayesini anlatıyor ve sizi midenizde bir düğümle baş başa bırakıyor.


Aronofsky çok yaşasın, çok çok filmler yapsın, Mickey'e Oscar vermeyen eller kırılsın, Marisa Tomei'de artık yan rollerden başrollere geçiş yapsın temennilerinde bulunarak huzurlarınızdan ayrılıyorum.

Martyrs (2008)



Türkçe adı: İşkence Tarikatı
Yönetmen: Pascal Laugier
Oyuncular: Morjana Alaoui, Mylene Jamponoi
IMDB puanı: 7.2
Zeynop puanı: 7.5


Korku filmleri sevenlerin kesinlikle kaçırmaması gereken bu Fransız korku sineması örneğini !fAnkara sayesinde izleme şansına eriştim.


Öncelikle, eskiden çok sevmeme rağmen artık korku filmlerine pek tahamül edemediğimi söylemek isterim. Bunun sebebi filmlerin kötü olması falan değil artık benim artık şiddet, işkence, kan kaldıramayacak durumda olmam.


Martyrs kesinlikle içi boş bir korku filmi değil, hatta bize Fransız korku sinemasının ne kadar yol katettiğini gösteriyor. Filmin konusuna gelirsek bir seneden fazla bir süredir kayıp olan Lucie adlı küçük kız kanlar içinde bir yol kenarında bulunur. Lucie başına gelenler hakkında konuşmak istemez ama yerleştirildiği yetimhanede Anna adlı bir kızla çok yakın bir arkadaşlık kurar. Seneler sonra kendisini bu hale getiren kişilerden intikam almaya karar veren Lucie kendisine işkence yaptığını düşündüğü bir aileyi katleder. Her zaman onun yanında olan arkadaşı Anna'yı ise cehennemi aratmayacak günler beklemektedir.


Filmin ilk yarısı insanı yerinden zıp zıp zıplatan bir korku filmi görünümünde ama ikinci yarısında film bambaşka bir kimliğe bürünüyor ve izleyicileri fiziksel ve ruhsal bir işkenceye tanıklık etmeye zorluyor. Çoğu kişinin aksine filmin bu ikinci kısmı beni daha çok gerdi ve daha çok rahatsız etti.


Filmden çıktığımda bir daha uzun süre korku filmi izlememe konusunda kendime söz verdim. Ve bu filmin kötülüğünden değil, tam tersi başarısından kaynaklanıyor.


Sonuç olarak İşkence Tarikatı'nı izlemeli misiniz? Gerçek korku sineması bildiğiniz gibi Amerika'da falan değil Asya ve Avrupa'da yapılır, ve bu film de kesinlikle üzerine aldığı görevden alnının akıyla çıkmış. İşkence Tarikatı korkutan, geren, rahatsızlığın zirvelerinde dolandıran bir film. Ama psikolojim bozulmasın, hayatıma güzel güzel devam edeyim diyorsanız uzak durunuz efenim.

Lynch: Behind the Curtain (2007)




Türkçe adı: Lynch: Perdenin Arkasında
Yönetmen: Black and White
IMDB puanı: 7.1
Zeynop puanı: 6.5



!fAnkara festivali çerçevesinde dün akşam bir David Lynch belgeseli olan Lynch: Perdenin Arkasında adlı filmi izlemiş bulunuyorum. Pek pek sevdiğim bir yönetmen olan David Lynch hakkında bir belgesel yapılmış olması beni çok sevindirmişti ve bu belgeselin David Lynch'in filmografisine bir bakış niteliğinde olacağını sanmıştım ama sadece son filmi Inland Empire'ın yapım süreci sırasında çekilmiş olması beni biraz hayal kırıklığına uğrattı.


Aslında tam olarak Inland Empire'ın yapım süreci de diyemeyiz film için çünkü filmin yapım süreci diye bir şey yok ortada. Film Lynch'in tanımıyla bir "deney"niteliği taşıyor, yani oturup saatlerce izleyip tam olarak bir şey anlayamamız doğalmış. Lynch'de filmi çekerken ne yaptığını bilmiyor, o yüzden de sürekli bir stres içinde. Oyuncular da ne olup bittiğinin farkında değil. Lynch ne yapmalarını söylerse onu yapıp, kopuk kopuk sahnelerde rol alıyorlar.


Belgeselin odak noktası fazla spesifik, o yüzden bir Lynch belgeseli dememiz zor. İzleyiciye istediğini vereceği konusunda da şüpheliyim. Şahsen beni tam olarak tatmin etmedi ama Lynch'in nasıl çalıştığı konusunda bilgi sahibi oldum. Bir de Lynch'in film dışında uğraştığı şeyler de inanılmaz. Çektiği fotoğraflar ve hazırladığı tablomsu sanat eseri, Inland Empire'dan çok daha başarılı.


Peki filmi izlemeli misiniz?

Hmmm emin değilim.

In Bruges (2008)



Türkçe adı: Gösterime girmediği için yok.
Yönetmen: Martin McDonagh
Oyuncular: Colin Farrell, Brendan Gleeson, Ralph Fiennes, Thekla Reuten
IMDB puanı: 8.1
Zeynop puanı: 7.8


Oscar ödüllerinin açıklanması şerefine, aday filmlerimizden izlediklerimle ilgili görüşlerimi paylaşmak istiyorum. In Bruges bu sene en iyi orjinal senaryo dalında Oscar'a aday gösterildi fakat ödülü Gus van Sant'in yönetmenliğindeki Milk adlı filme kaptırdı.


Filmimiz adından da anlaşılacağı gibi Belçika'nın Bruges adlı şehrinde geçiyor. Son işleri hüsranla sonuçlanan iki kiralık katil Ray (Colin Farrell) ve Ken (Brendan Gleeson) Bruges kentine gelip patronlarından gelecek bir sonraki talimatı beklemek üzere bir otele yerleşirler. Lakin, patrondan gelen talimat bu ikiliyi zor bir kararın eşiğine getirir.


In Bruges internette komedi, suç ve drama filmi olarak sınıflandırılmış ama filmdeki komedi ögesi olayların absürdlüğünden kaynaklanıyor. (bkz. Burn After Reading) In Bruges için yer yer komik ögeler barındıran ama dramatik yönü ağır basan bir kara film desek de yanlış olmaz heralde.


Bruges şehri filme inanılmaz güzel bir şekilde yedirilmiş, karakterlerin bu şehirde kendilerini içinde bulundukları çıkmaz ise çok başarılı bir şekilde izleyiciye aktarılıyor. Filmin sürprizi ise Ralph Fiennes.


"İzleyelim mi?" diye sorarsanız, size cevabım "Daha ne bekliyorsunuz?"


Wendy and Lucy (2008)





Türkçe adı: Wendy ve Lucy
Yönetmen: Kelly Reichardt
Oyuncular: Michelle Williams, Wally Dalton, Will Patton ve de bir köpekcik
IMDB puanı: 7.5
Zeynop puanı: 7


Sakin ve sessiz bir Amerikan bağımsız sinema örneği Wendy & Lucy. Alaska'ya iş bulmak için gitmekte olan Wendy (Michelle Williams)'nin küçük bir kasabada arabası bozulur ve ne yazıkki arabasını tamir ettirmek için yeteri kadar parası yoktur. Tek sahip olduğu şey köpeği Lucy'dir ama ne yazıkki başlarına gelecek tek şansızlık arabanın bozulması olmayacaktır.


Wendy & Lucy, Amerika gerçeğini yüzümüze vuruyor ve her şeyin aslında Hollywood filmlerinde gösterildiği kadar güllük gülistanlık olmadığını bize gösteriyor. Maddi destek, iş güvencesi, aile desteği, tanıdık insanlar olmadan bir insan hayatını nasıl düzene koyar? Ya da koyabilir mi? Film bu sorulara cevap arıyor. Wendy & Lucy yavaş ve sessiz bir şekilde ilerliyor ama film boyunca Wendy'nin hisleriyle kendimizi özdeşleştirmemiz hiç de zor olmuyor. (Michelle Williams'a bu güzel performansı için de kocaman bir alkış)


Yakında Ifistanbul'da da gösterime girecek bu ufak filmi bence izleyin.




The Curious Case of Benjamin Button (2008)




Türkçe adı: Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi
Yönetmen: David Fincher
Oyuncular: Brad Pitt, Cate Blanchett, Tilda Swinton, Jason Flemyng
IMDB puanı: 8.4
Zeynop puanı: 8


Bu senenin en merakla beklediğim filmlerinden birini sonunda izlemiş bulunuyorum. En sevdiğim erkek oyuncuyu, en sevdiğim kadın oyuncuyu bir de en sevdiğim yönetmenlerden birisini bir araya getiren bu filmin "En sevdiğim filmler Top 10" listeme gireceğini düşünüyordum, olmadı, ama yine de ağzımda çok hoş bir tat bıraktı.


The Curious Case of Benjamin Button, Amerika'nın en tanınan yazarlarından birisi olan Scott Fitzgerald'ın (bkz. Muhteşem Gatsby) aynı isimli hikayesinden uyarlanmış. Forward maillerin en popülerlerinden olan "Hayatı tersten yaşasak ne güzel olur değil mi?" ye bir cevap niteliği taşıyor.


Gözünde katarakt, bacaklarında romatizmalarla yaşlı bir adam olarak dünyaya gelen Benjamin Button karakterinin yaşlılıktan gençliğe ve çocukluğa doğru uzanan yaşamına Benjamin'in günlüğünden sayfalarla şahit oluyoruz.


Film hakkında söyleyecek çok şey var aslında, mesela savaşta ölen gençler anısına tren istasyonuna koyulan geriye doğru çalışan saat. Oğlunu savaşta kaybeden saatçi kör bir adam, zaman geriye işlese, oğullarımız savaşa aslında hiç gitmemiş olsa düşüncesiyle ters yöne doğru çalışan bir saat yapar. Ama Benjamin karakterinde bu geriye gidişin aslında çok da hoş bir şey olmadığını görüyoruz.


Film, uzun ama sıkıcı olmaktan çok uzak bir roman gibi. (Yer yer Forrest Gump havalarına'da bürünmüyor değil) Yönetmenin Fincher olduğunu ise afişte yazmasa asla tahmin edemezdim. Önceki aykırı filmlerinden (bkz. Fight Club, Se7en, Alien 3) farklı olarak Fincher bu kez popüler bir Hollywood sineması ürününe imza atmış. Büyük bütçeli Hollywood filmlerinde olan tüm elementler bu filmde de mevcut. Ama konusu itibariyle yine de klişe olmaktan uzak olmayı başarıyor.


Sonuç olarak kesinlikle izlenmesi gereken bir film The Curious Case of Benjamin Button. David Fincher, Brad Pitt, Cate Blanchett, Tilda Swinton, muhteşem müzikler, inanılmaz görüntüler, hayatın anlamına dair ufak alıntılar ve de hoş bir hayat dersi için. İzleyiniz efenim.


Bu arada 13 adaylığı olmasına rağmen filmin En iyi Film, En iyi Erkek Oyuncu Oscar'larını alabileceğini pek sanmıyorum. Ama makyaj konusunda bu filme Oscar vermezlerse Akademi'ye çok darılırım. :P

Changeling (2008)




Türkçe adı: Sahtekar
Yönetmen: Clint Eastwood
Oyuncular: Angelina Jolie, John Malkovich, Gattlin Griffith, Michael Kelly
IMDB puanı: 8.1
Zeynop puanı: 7.7


1980 yapımı bir korku filmi vardı aynı isimde. Changeling adı altında 2008 yılında gösterime girecek bir film çekildiğini duyunca, bu 80 yapımı korku filminin tekrar çekildiğini düşünmüştüm. Ama yanılmışım. 2008 Changeling'inin 1980 Changeling'iyle yakından uzaktan alakası yok.


2008 Changeling'i yönetmenlik vasıflarını geç te olsa keşfetmiş olan, ve bu yolda emin adımlarla ilerleyen tipik bir Clint Eastwood draması. Clint Eastwood draması olarak ne demek istiyorum peki? Yönetmenin Mystic River, Million Dollar Baby gibi filmlerini eğer izlediyseniz, neden söz ettiğimi gayet iyi biliyorsunuzdur. Clint Eastwood, filmlerinde, insanların başlarına gelen talihsiz olaylar sonucunda bu insanların nasıl hayatlarına devam edebileceklerini, bu acılarla nasıl başa çıkabileceklerini irdelemekten çok hoşlanıyor. Changeling'de ise acıların neredeyse en büyüğüne şahit oluyoruz. Çocuğu kaçmış/kaçırılmış bir annenin oğlunu bulmak için neleri göze alabileceğini görüyoruz. Bunun yanında ise film, emniyet teşkilatının yozlaşması, bir polis devleti yaratılma çabaları gibi olayları 1928 Amerika'sını merkeze alarak incelemiş.


Angelina Jolie ise filmde gerçekten çok çok başarılı.(Bu sene en iyi kadın oyuncu dalında Oscar'a aday gösterildiğini de hatırlatalım) Çocuğu kaybolmuş bir annenin yaşayabileceği tüm duyguları gözleriyle ve yüz ifadeleriyle eksiksiz anlatıyor. Filmin bir diğer sürprizi de John Malkovich.


Peki filmin kötü yönleri neler? Şöyle söyleyeyim, film izleyici bunaltmak için elinden geleni ardına koymuyor. İzleyici tam "oh be" diyeceği zaman, başka bir olayla yeniden sarsılıyor ve bu bunalım, stres, üzüntü, şaşkınlık ve merak olguları film bitene kadar izleyiciyi rahat bırakmıyor. Mystic River'ı da aynı duygularla izlemiştim mesela. Clint Eastwood izleyiciye istediğini vermeme konusunda çok kararlı. Filmin başında çıkan "Gerçek bir hikaye" ibaresi ise, izleyicinin üzüntüden "Amaan nasılsa sadece film" kaçışını da imkansızlaştırıyor.


Sonuç cümlemize gelirsek ise eğer mutlu, mesut, neşeli bir gününüzdeyseniz bu filmden uzak durun, eğer çok hüzünlü bir gününüzdeyseniz yine uzak durun. Ama normal bir gününüzde şöyle içi dolu, etkileyici bir film izleyim diyorsanız, buyrunuz size Changeling.

La Pianiste (2001)


Türkçe adı: Piyanist
Yönetmen: Michael Haneke
Oyuncular: Isabelle Huppert, Benoit Magimel, Annie Girardot
IMDB puanı: 7.2
Zeynop puanı: 7.6


Haneke yine Hanekeliğini konuşturup çok çok rahatsız edici bir filme imzasını atmış. Peki rahatsız edici olması bir filmin kötü olduğunu mu gösterir? Kesinlikle hayır. Haneke izleyicisini koltuğa çivilemek istemiş, ve Erika gibi çok karşılaşılmayan bir karakteri ekrana getirerek de bunu başarmış.


La Pianiste yani Piyanist filmi Nobel Edebiyat ödüllü Elfriede Jelinek'in aynı adlı romanından beyaz perdeye uyarlanmış. Filmdeki ana karakterimiz Erika, konservatuarda piyano öğretmenliği yapan ve annesiyle yaşayan bir kadındır. Babası akıl hastanesinde ölümle pençeleşirken, annesi ise hala ona küçük bir çocuk gibi davranmaktadır. Öğrencilerini aşağıladıkça kendini iyi hisseden Erika'nın ayrıca gizli sadomazoşist eğilimleri vardır. Bir gün bir davette genç ve yakışıklı mühendis Walter'la tanışan Erika genç adamdan hemen etkilenir ve bastırdığı duyguları bu ilişki fırsatı neticesinde su yüzüne çıkmaya başlar. Hem Walter'ı hem de Erika'yı şiddet, aşk, nefret, iğrenme dolu günler beklemektedir artık.


Sinemada şimdiye kadar gördüğünüz bütün sapkın karakterleri bir kenara koyun, Isebella Huppert'in canlandırdığı Erika karakteri sizi şaşkınlıktan kıpırdayamaz hale getirecek bir güç taşıyor. Bu muhteşem oyunculuğunun Huppert'e Cannes Film Festivali dahil pek çok festival ve ödül töreninde En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazandırması da hiç şaşırtıcı değil.


Sonuç olarak Haneke sinemasını seviyorsanız ve psikanaliz kitaplarında yer alabilecek güçte bir karakter çözümlemesinin bir parçası olup psikolojik rahatsızlık sınırlarınızı zorlamak istiyorsanız kesinlikle izleyiniz.

Vicky Cristina Barcelona (2008)


Türkçe adı: Barselona, Barselona
Yönetmen: Woody Allen
Oyuncular: Javier Bardem, Scarlett Johanson, Penelope Cruz, Rebecca Hall
IMDB puanı: 7.6
Zeynop puanı: 7.5



Genel kanının aksine bence kötü bir film değil Vicky Cristina Barcelona; hatta Woody Allen'ın son filmi Cassandra's Dream'e göre 10 boy daha güzel olmuş.


New York'u en güzel anlatan yönetmen olarak ün salmış olan Woody Allen, Vicky Cristina'da, sadece New York'tan çıkmakla kalmamış, yeni bir ülkeye, İspanya'ya demir atmış ama tabi ki New York'a ihanet etmek o kadar kolay değil, bu yüzden de gönül borcu olarak ta baş karakterleri Vicky ve Christina'yı New York'lu yapmış.


Film, yaz tatillerini geçirmek için İspanya'ya gelen iki Amerikalı arkadaş Vicky ve Cristina (Rebecca Hall ve Scarlett Johanson), orada tanıştıkları bohem ve çekici İspanyol ressam Juan Antonio (Javier Bardem) ve de ressamın eski çılgın karısı Maria Elena (Penelope Cruz) ekseninde dönüyor. Vicky Amerika'lı sevgilisiyle evlilik planları yapıp, kendisine sakin ve düzenli bir hayat çizmektedir. Cristina ise yeni heyecanlar, yeni mutluluklar arayarak, kendini bulma çabası içindedir. Bu iki arkadaşın hayatları ve hayata karşı beklentileri ressam Juan Antonio ile tanışınca tamamen değişir. Bu enteresan adamı tanıdıkça, iki arkadaş kendilerini de daha iyi tanımaya başlarlar.


Vicky Cristina Barcelona, Woody Allen'ın Match Point'le başladığı bu yeni sinema anlayışının son örneği ve bu yeni Allen sineması gün geçtikçe daha enteresan bir hal alıyor. New York'un gözü Woody Allen bu filmde Barcelona'yı da ne kadar sevip beğendiğini, izleyicilere de hissettiriyor. Filmi izledikten sonra en çok istediğim şey İspanyol gitarı eşliğinde Barcelona'da bir kadeh kırmızı şarap içmek oldu.


Filmin oyuncuları ise karakterlerine "cuk" oturmuşlar; bu oyunculardan daha iyi bir seçim düşünemiyorum. Özellikle Penelope Cruz ve Javier Bardem harikalar yaratmışlar.


Sonuç cümlemize gelirsek eğer Woody Allen sinemasını takip ediyorsanız Vicky Cristina Barcelona'yı kesin izleyin. Eğer Woody Allen sineması mı yok kalsın diyorsanız yine de Barcelona için izleyin.


The Nines (2007)


Türkçe adı: Dokuzlar
Yönetmen: John August
Oyuncular: Ryan Reynolds, Hope Davis, Melissa McCarthy
IMDB puanı: 6.7
Zeynop puanı: 7.7



Two Guys, a Girl and a Pizza Place'in Berg'ü olarak TV dünyasında tanınmış olan Ryan Reynolds, bu filmde görüyoruz ki yavaş yavaş bir karakter oyuncusuna dönüşüyor. Tim Burton'ın pek sevdiği senaristlerinden birisi olan John August'un ilk yönetmenlik denemesi olan The Nines gerçekten çok çok enteresan bir film. Zaman zaman kafa karıştırıyor ama sonuna kadar heyecanını koruyor.


Tanrı, yaratı ve yaratan, doğru seçimler, yanlış seçimler, bir aktör, bir senarist ve bir bilgisayar oyunu yaratıcısı, melekler, 9 numaralı varlıklar, 7 numaralı insanlar, koalalar, quantum fiziği, farklı evrenler, ne ararsanız var bu filmde.


Son zamanlarda izlediğim sıkıcı ve bir o kadar da aynı filmlerin arasına bir güneş gibi doğdu The Nines.


Ryan Reynolds ve John August, artık takipteyiz.

It's a Free World (2007)




Türkçe adı: İşte Özgür Dünya
Yönetmen: Ken Loach
Oyuncular: Kierston Wareing, Juliet Ellis, Leslaw Zurek, Joe Siffleet
IMDB puanı: 7.1
Zeynop puanı: 6.9


İngiliz yönetmen Ken Loach'un gösterime giren son filmi, It's a Free World, Angie (Kierston Wareing) karakterini kendine merkez alarak İngiltere'deki iş bulma sorunu, göçmenlik gibi konulara el atıyor.


Angie kendinin ve oğlunun geleceğini garantiye almak için kendi işini kurmaya karar verir ve arkadaşı Rose ile kötü durumdaki göçmen işçilere iş sağlamaya başlar. İyi niyet temellerine dayanan bu iş zamanla gerçek amacını yitirir ve paranın kokusunu alan Angie, bu özgür, bencil dünyada başka insanların hayatlarını, hayallerini kendi mutlululuğu pahasına kurban eder. Üstleri Angie'yi sömürür, Angie ise intikamını ondan yardım bekleyen ve emeklerinin karşılığını almak isteyen işçilerden alır.


Film bir kadının kendi çıkarları pahasına, mağdurdan sömürene geçişini gerçekçi ve pürüzsüz bir şekilde gözler önüne seriyor.


Bu tarz konulara ilgi duyuyorsanız izleyin, aksi takdirde görsellik ve sinema adına çok ilgi çekici bir film oldugunu söyleyemeyeceğim.

Australia (2008)




Türkçe adı: Avustralya
Yönetmen: Baz Luhrman
Oyuncular: Hugh Jackman, Nicole Kidman, Ray Barrett, Bryan Brown
IMDB puanı: 7.3
Zeynop puanı: 7.1


2. Dünya Savaşı öncesi Avustralya'da geçen filmin başrollerini Nicole Kidman ve Hugh Jackman paylaşıyor. Yönetmen koltugunda ise Strictly Ballroom, Romeo & Juliet ve Moulin Rouge gibi önemli filmlere imza atıp, kendine has bir sinema stili yaratmış olan Avustralya'lı yönetmen Baz Luhrman var.


Avustralya, açılış sekansında bir Luhrman filmi olduğuna dair ip uçlarını veriyor. Fakat film devamında yer yer Luhrman muzipliğini içinde taşısa da daha klasik bir sinema anlatımına dönüşüyor.


Avustralya epik bir hikaye, ama sadece epik hüzünlü bir aşk hikayesi değil. Hatta aslına bakarsanız bir komedi filmi olarak başlıyor, hikaye yerine oturduktan sonra ise dramatik ögeler su yüzüne çıkıyor. Film içinde para hırsından, Avustralya'daki Aborjinlerin zorluklarla dolu yaşamına, ırkçılıktan savaşa, aşktan, bağlanma korkusuna kadar pek çok önemli konuya dokunuyor. Filmin en büyük armağanı ise Nullah rolünü oynayan ve gerçekte de Aborjin kökenli olan küçük aktör Brandon Walters.


Sonuç olarak Avustralya görsellikte sınır tanımayan ve 165 dakikalık uzunluğuna rağmen sıkıcı olmamayı başaran bir film ama kendisine geçtiğimiz 2008 yılının en güzel filmlerinden birisi diyebilir miyiz? Ne yazıkki hayır.