Sinema Salonlarından etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sinema Salonlarından etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Knowing (2009)





Türkçe adı: Kehanet
Yönetmen: Alex Proyas
Oyuncular: Nicolas Cage, Chandler Canterbury, Rose Byrne
IMDB puanı: 6.8
Zeynop puanı: 6


Her şey oysa ne kadar da güzel başlamıştı. Bir zaman kapsülüne çocuklar 50 yıl sonra dünyanın nasıl bir yer olacağı konusundaki düşüncelerini, resimlerini koydular. 50 yıl sonra bu kapsül başka çocuklar tarafından açıldı, mektuplardan birinden ise gelecekteki olaylarla bağlantılı olan sayı dizinleri çıktı. Sonra güzel güzel görsel efektler belirdi ve inanılmaz bir uçak kazası sahnesi bir iki senaryo saçmalığını gözardı etmemizi sağladı. Sonra ne oldu? Film sapıttı, ne filmi olduğunu, neyi anlatmaya çalıştığını unuttu, abuk sabuk, saçma sapan bir şeye dönüştü. (bkz. Dreamcatcher) Güzel başlangıça, pek yetenekli bir yönetmene, başarılı bir çocuk oyuncuya yazık oldu. (Nicolas Cage ise her zamanki gibi aynı Nicolas Cage, bunu iyi olarak da kötü olarak da alabilirsiniz)


Bu film hakkında söylenebilecek başka da bir şey yoktur.

The Wrestler (2008)




Türkçe adı: Şampiyon
Yönetmen: Darren Aronofsky
Oyuncular: Mickey Rourke, Marisa Tomei, Evan Rachel Wood
IMDB puanı: 8.5
Zeynop puanı: 9


Slumdog falan bahane The Wrestler pek bir şahane demek istiyorum sevgili sinema severler.

Kısa ve öz yazacağım bu seferlik.


Slumdog Millionaire'de oyunculuk falan pek bir yoktu bilmem katılır mısınız bu fikrime. Görsel olarak hoş, güzel filmdi ama benim için sadece hoş bir seyirlikten ibaretti. The Curious Case of Benjamin Button ise görsellik ve oyunculuk bakımından pek bir başarılı olmasına rağmen, senaryo konusunda ne yazıkki acıcık sınıfta kalıyordu.


Bu filmlerin karşısında The Wrestler benim için her bakımdan ve her yönüyle "olmuş" bir film, insana hissettirmek istediği her şeyi hissettiriyor. Görsel oyunlara ve efektlere pek ihtiyaç duymadan anlatmak istediği hikayesini anlatıyor ve sizi midenizde bir düğümle baş başa bırakıyor.


Aronofsky çok yaşasın, çok çok filmler yapsın, Mickey'e Oscar vermeyen eller kırılsın, Marisa Tomei'de artık yan rollerden başrollere geçiş yapsın temennilerinde bulunarak huzurlarınızdan ayrılıyorum.

Martyrs (2008)



Türkçe adı: İşkence Tarikatı
Yönetmen: Pascal Laugier
Oyuncular: Morjana Alaoui, Mylene Jamponoi
IMDB puanı: 7.2
Zeynop puanı: 7.5


Korku filmleri sevenlerin kesinlikle kaçırmaması gereken bu Fransız korku sineması örneğini !fAnkara sayesinde izleme şansına eriştim.


Öncelikle, eskiden çok sevmeme rağmen artık korku filmlerine pek tahamül edemediğimi söylemek isterim. Bunun sebebi filmlerin kötü olması falan değil artık benim artık şiddet, işkence, kan kaldıramayacak durumda olmam.


Martyrs kesinlikle içi boş bir korku filmi değil, hatta bize Fransız korku sinemasının ne kadar yol katettiğini gösteriyor. Filmin konusuna gelirsek bir seneden fazla bir süredir kayıp olan Lucie adlı küçük kız kanlar içinde bir yol kenarında bulunur. Lucie başına gelenler hakkında konuşmak istemez ama yerleştirildiği yetimhanede Anna adlı bir kızla çok yakın bir arkadaşlık kurar. Seneler sonra kendisini bu hale getiren kişilerden intikam almaya karar veren Lucie kendisine işkence yaptığını düşündüğü bir aileyi katleder. Her zaman onun yanında olan arkadaşı Anna'yı ise cehennemi aratmayacak günler beklemektedir.


Filmin ilk yarısı insanı yerinden zıp zıp zıplatan bir korku filmi görünümünde ama ikinci yarısında film bambaşka bir kimliğe bürünüyor ve izleyicileri fiziksel ve ruhsal bir işkenceye tanıklık etmeye zorluyor. Çoğu kişinin aksine filmin bu ikinci kısmı beni daha çok gerdi ve daha çok rahatsız etti.


Filmden çıktığımda bir daha uzun süre korku filmi izlememe konusunda kendime söz verdim. Ve bu filmin kötülüğünden değil, tam tersi başarısından kaynaklanıyor.


Sonuç olarak İşkence Tarikatı'nı izlemeli misiniz? Gerçek korku sineması bildiğiniz gibi Amerika'da falan değil Asya ve Avrupa'da yapılır, ve bu film de kesinlikle üzerine aldığı görevden alnının akıyla çıkmış. İşkence Tarikatı korkutan, geren, rahatsızlığın zirvelerinde dolandıran bir film. Ama psikolojim bozulmasın, hayatıma güzel güzel devam edeyim diyorsanız uzak durunuz efenim.

Lynch: Behind the Curtain (2007)




Türkçe adı: Lynch: Perdenin Arkasında
Yönetmen: Black and White
IMDB puanı: 7.1
Zeynop puanı: 6.5



!fAnkara festivali çerçevesinde dün akşam bir David Lynch belgeseli olan Lynch: Perdenin Arkasında adlı filmi izlemiş bulunuyorum. Pek pek sevdiğim bir yönetmen olan David Lynch hakkında bir belgesel yapılmış olması beni çok sevindirmişti ve bu belgeselin David Lynch'in filmografisine bir bakış niteliğinde olacağını sanmıştım ama sadece son filmi Inland Empire'ın yapım süreci sırasında çekilmiş olması beni biraz hayal kırıklığına uğrattı.


Aslında tam olarak Inland Empire'ın yapım süreci de diyemeyiz film için çünkü filmin yapım süreci diye bir şey yok ortada. Film Lynch'in tanımıyla bir "deney"niteliği taşıyor, yani oturup saatlerce izleyip tam olarak bir şey anlayamamız doğalmış. Lynch'de filmi çekerken ne yaptığını bilmiyor, o yüzden de sürekli bir stres içinde. Oyuncular da ne olup bittiğinin farkında değil. Lynch ne yapmalarını söylerse onu yapıp, kopuk kopuk sahnelerde rol alıyorlar.


Belgeselin odak noktası fazla spesifik, o yüzden bir Lynch belgeseli dememiz zor. İzleyiciye istediğini vereceği konusunda da şüpheliyim. Şahsen beni tam olarak tatmin etmedi ama Lynch'in nasıl çalıştığı konusunda bilgi sahibi oldum. Bir de Lynch'in film dışında uğraştığı şeyler de inanılmaz. Çektiği fotoğraflar ve hazırladığı tablomsu sanat eseri, Inland Empire'dan çok daha başarılı.


Peki filmi izlemeli misiniz?

Hmmm emin değilim.

The Curious Case of Benjamin Button (2008)




Türkçe adı: Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi
Yönetmen: David Fincher
Oyuncular: Brad Pitt, Cate Blanchett, Tilda Swinton, Jason Flemyng
IMDB puanı: 8.4
Zeynop puanı: 8


Bu senenin en merakla beklediğim filmlerinden birini sonunda izlemiş bulunuyorum. En sevdiğim erkek oyuncuyu, en sevdiğim kadın oyuncuyu bir de en sevdiğim yönetmenlerden birisini bir araya getiren bu filmin "En sevdiğim filmler Top 10" listeme gireceğini düşünüyordum, olmadı, ama yine de ağzımda çok hoş bir tat bıraktı.


The Curious Case of Benjamin Button, Amerika'nın en tanınan yazarlarından birisi olan Scott Fitzgerald'ın (bkz. Muhteşem Gatsby) aynı isimli hikayesinden uyarlanmış. Forward maillerin en popülerlerinden olan "Hayatı tersten yaşasak ne güzel olur değil mi?" ye bir cevap niteliği taşıyor.


Gözünde katarakt, bacaklarında romatizmalarla yaşlı bir adam olarak dünyaya gelen Benjamin Button karakterinin yaşlılıktan gençliğe ve çocukluğa doğru uzanan yaşamına Benjamin'in günlüğünden sayfalarla şahit oluyoruz.


Film hakkında söyleyecek çok şey var aslında, mesela savaşta ölen gençler anısına tren istasyonuna koyulan geriye doğru çalışan saat. Oğlunu savaşta kaybeden saatçi kör bir adam, zaman geriye işlese, oğullarımız savaşa aslında hiç gitmemiş olsa düşüncesiyle ters yöne doğru çalışan bir saat yapar. Ama Benjamin karakterinde bu geriye gidişin aslında çok da hoş bir şey olmadığını görüyoruz.


Film, uzun ama sıkıcı olmaktan çok uzak bir roman gibi. (Yer yer Forrest Gump havalarına'da bürünmüyor değil) Yönetmenin Fincher olduğunu ise afişte yazmasa asla tahmin edemezdim. Önceki aykırı filmlerinden (bkz. Fight Club, Se7en, Alien 3) farklı olarak Fincher bu kez popüler bir Hollywood sineması ürününe imza atmış. Büyük bütçeli Hollywood filmlerinde olan tüm elementler bu filmde de mevcut. Ama konusu itibariyle yine de klişe olmaktan uzak olmayı başarıyor.


Sonuç olarak kesinlikle izlenmesi gereken bir film The Curious Case of Benjamin Button. David Fincher, Brad Pitt, Cate Blanchett, Tilda Swinton, muhteşem müzikler, inanılmaz görüntüler, hayatın anlamına dair ufak alıntılar ve de hoş bir hayat dersi için. İzleyiniz efenim.


Bu arada 13 adaylığı olmasına rağmen filmin En iyi Film, En iyi Erkek Oyuncu Oscar'larını alabileceğini pek sanmıyorum. Ama makyaj konusunda bu filme Oscar vermezlerse Akademi'ye çok darılırım. :P

Changeling (2008)




Türkçe adı: Sahtekar
Yönetmen: Clint Eastwood
Oyuncular: Angelina Jolie, John Malkovich, Gattlin Griffith, Michael Kelly
IMDB puanı: 8.1
Zeynop puanı: 7.7


1980 yapımı bir korku filmi vardı aynı isimde. Changeling adı altında 2008 yılında gösterime girecek bir film çekildiğini duyunca, bu 80 yapımı korku filminin tekrar çekildiğini düşünmüştüm. Ama yanılmışım. 2008 Changeling'inin 1980 Changeling'iyle yakından uzaktan alakası yok.


2008 Changeling'i yönetmenlik vasıflarını geç te olsa keşfetmiş olan, ve bu yolda emin adımlarla ilerleyen tipik bir Clint Eastwood draması. Clint Eastwood draması olarak ne demek istiyorum peki? Yönetmenin Mystic River, Million Dollar Baby gibi filmlerini eğer izlediyseniz, neden söz ettiğimi gayet iyi biliyorsunuzdur. Clint Eastwood, filmlerinde, insanların başlarına gelen talihsiz olaylar sonucunda bu insanların nasıl hayatlarına devam edebileceklerini, bu acılarla nasıl başa çıkabileceklerini irdelemekten çok hoşlanıyor. Changeling'de ise acıların neredeyse en büyüğüne şahit oluyoruz. Çocuğu kaçmış/kaçırılmış bir annenin oğlunu bulmak için neleri göze alabileceğini görüyoruz. Bunun yanında ise film, emniyet teşkilatının yozlaşması, bir polis devleti yaratılma çabaları gibi olayları 1928 Amerika'sını merkeze alarak incelemiş.


Angelina Jolie ise filmde gerçekten çok çok başarılı.(Bu sene en iyi kadın oyuncu dalında Oscar'a aday gösterildiğini de hatırlatalım) Çocuğu kaybolmuş bir annenin yaşayabileceği tüm duyguları gözleriyle ve yüz ifadeleriyle eksiksiz anlatıyor. Filmin bir diğer sürprizi de John Malkovich.


Peki filmin kötü yönleri neler? Şöyle söyleyeyim, film izleyici bunaltmak için elinden geleni ardına koymuyor. İzleyici tam "oh be" diyeceği zaman, başka bir olayla yeniden sarsılıyor ve bu bunalım, stres, üzüntü, şaşkınlık ve merak olguları film bitene kadar izleyiciyi rahat bırakmıyor. Mystic River'ı da aynı duygularla izlemiştim mesela. Clint Eastwood izleyiciye istediğini vermeme konusunda çok kararlı. Filmin başında çıkan "Gerçek bir hikaye" ibaresi ise, izleyicinin üzüntüden "Amaan nasılsa sadece film" kaçışını da imkansızlaştırıyor.


Sonuç cümlemize gelirsek ise eğer mutlu, mesut, neşeli bir gününüzdeyseniz bu filmden uzak durun, eğer çok hüzünlü bir gününüzdeyseniz yine uzak durun. Ama normal bir gününüzde şöyle içi dolu, etkileyici bir film izleyim diyorsanız, buyrunuz size Changeling.

Vicky Cristina Barcelona (2008)


Türkçe adı: Barselona, Barselona
Yönetmen: Woody Allen
Oyuncular: Javier Bardem, Scarlett Johanson, Penelope Cruz, Rebecca Hall
IMDB puanı: 7.6
Zeynop puanı: 7.5



Genel kanının aksine bence kötü bir film değil Vicky Cristina Barcelona; hatta Woody Allen'ın son filmi Cassandra's Dream'e göre 10 boy daha güzel olmuş.


New York'u en güzel anlatan yönetmen olarak ün salmış olan Woody Allen, Vicky Cristina'da, sadece New York'tan çıkmakla kalmamış, yeni bir ülkeye, İspanya'ya demir atmış ama tabi ki New York'a ihanet etmek o kadar kolay değil, bu yüzden de gönül borcu olarak ta baş karakterleri Vicky ve Christina'yı New York'lu yapmış.


Film, yaz tatillerini geçirmek için İspanya'ya gelen iki Amerikalı arkadaş Vicky ve Cristina (Rebecca Hall ve Scarlett Johanson), orada tanıştıkları bohem ve çekici İspanyol ressam Juan Antonio (Javier Bardem) ve de ressamın eski çılgın karısı Maria Elena (Penelope Cruz) ekseninde dönüyor. Vicky Amerika'lı sevgilisiyle evlilik planları yapıp, kendisine sakin ve düzenli bir hayat çizmektedir. Cristina ise yeni heyecanlar, yeni mutluluklar arayarak, kendini bulma çabası içindedir. Bu iki arkadaşın hayatları ve hayata karşı beklentileri ressam Juan Antonio ile tanışınca tamamen değişir. Bu enteresan adamı tanıdıkça, iki arkadaş kendilerini de daha iyi tanımaya başlarlar.


Vicky Cristina Barcelona, Woody Allen'ın Match Point'le başladığı bu yeni sinema anlayışının son örneği ve bu yeni Allen sineması gün geçtikçe daha enteresan bir hal alıyor. New York'un gözü Woody Allen bu filmde Barcelona'yı da ne kadar sevip beğendiğini, izleyicilere de hissettiriyor. Filmi izledikten sonra en çok istediğim şey İspanyol gitarı eşliğinde Barcelona'da bir kadeh kırmızı şarap içmek oldu.


Filmin oyuncuları ise karakterlerine "cuk" oturmuşlar; bu oyunculardan daha iyi bir seçim düşünemiyorum. Özellikle Penelope Cruz ve Javier Bardem harikalar yaratmışlar.


Sonuç cümlemize gelirsek eğer Woody Allen sinemasını takip ediyorsanız Vicky Cristina Barcelona'yı kesin izleyin. Eğer Woody Allen sineması mı yok kalsın diyorsanız yine de Barcelona için izleyin.


Australia (2008)




Türkçe adı: Avustralya
Yönetmen: Baz Luhrman
Oyuncular: Hugh Jackman, Nicole Kidman, Ray Barrett, Bryan Brown
IMDB puanı: 7.3
Zeynop puanı: 7.1


2. Dünya Savaşı öncesi Avustralya'da geçen filmin başrollerini Nicole Kidman ve Hugh Jackman paylaşıyor. Yönetmen koltugunda ise Strictly Ballroom, Romeo & Juliet ve Moulin Rouge gibi önemli filmlere imza atıp, kendine has bir sinema stili yaratmış olan Avustralya'lı yönetmen Baz Luhrman var.


Avustralya, açılış sekansında bir Luhrman filmi olduğuna dair ip uçlarını veriyor. Fakat film devamında yer yer Luhrman muzipliğini içinde taşısa da daha klasik bir sinema anlatımına dönüşüyor.


Avustralya epik bir hikaye, ama sadece epik hüzünlü bir aşk hikayesi değil. Hatta aslına bakarsanız bir komedi filmi olarak başlıyor, hikaye yerine oturduktan sonra ise dramatik ögeler su yüzüne çıkıyor. Film içinde para hırsından, Avustralya'daki Aborjinlerin zorluklarla dolu yaşamına, ırkçılıktan savaşa, aşktan, bağlanma korkusuna kadar pek çok önemli konuya dokunuyor. Filmin en büyük armağanı ise Nullah rolünü oynayan ve gerçekte de Aborjin kökenli olan küçük aktör Brandon Walters.


Sonuç olarak Avustralya görsellikte sınır tanımayan ve 165 dakikalık uzunluğuna rağmen sıkıcı olmamayı başaran bir film ama kendisine geçtiğimiz 2008 yılının en güzel filmlerinden birisi diyebilir miyiz? Ne yazıkki hayır.

Burn After Reading (2008)



Türkçe adı: Aramızda Casus Var
Yönetmen: Ethan & Joel Coen
Oyuncular: George Clooney, Frances McDormand, Brad Pitt, John Malkovich, Tilda Swinton
IMDB puanı: 7.5
Zeynop puanı: 8


Coen biraderlerin (Cohen değil, Coen) son filmi, Burn After Reading'i sonunda izleme fırsatı buldum. Filme dair beklentilerim fazla yüksek değildi çünkü çoğu okur yorumunda filmin sıkıcı ve gereksiz olduğundan söz ediliyordu. Ama bir daha ne yapıyoruz, bu yorumları dikkate almıyoruz çünkü Muro'ları, Çılgın Dersane'leri yücelten bu üstün sinema birikimli kitlenin, bu filmi beğenmemesinden daha doğal birşey olamaz sanırım.


Burn After Reading tipik bir Coen kardeşler filmi. No Country For Old Men'den sonra alışılmış sulara geri dönen Joel ve Ethan Coen yine absürdlüklerle dolu kapkara bir komediye imza atmışlar. Film için, sıradan insanların sıradan olmayan durumlarla karşılaştığında ortaya çıkan anormal olaylar silsilesi diyebiliriz.


İşinden "istifa eden" eski CIA ajanı, Osbourne Cox (John Malkovich), işsiz geçirdiği günlerde anılarını yazmaya karar verir ve içinde bu anıların olduğu CD, fitness salonu çalışanı Chad (Brad Pitt) ve Linda (Frances McDormand) tarafından bulunur. Linda, estetik ameliyat masraflarını karşılayabilmek için bu CD'yi birilerine satmaya karar verir.


Konuyu uzun uzun yazmayacağım, herşeyi izleyip kendinizin görmesi çok daha yerinde olacaktır. Bu filmden söz edip, oyuncu kadrosundan bahsetmemek tabi ki olmaz. Filmin oyuncuları gerçekten inanılmaz. Coen'lerin kadrolu oyuncularından olan George Clooney ve Francis McDormand'ın yanısıra önemli rollerde John Malkovich, Brad Pitt ve Tilda Swinton da var ve bu oyuncuların hepsi rollerinin üstesinden hakkıyla gelmişler.


Film absürd bir komedi olarak görülse de aslında gizli teşkilat, istihbarat konularına, Amerika'yı avucunun içine alan estetik ameliyat ve daha güzel olma takıntısına da inceden inceye dokunduruyor.


Yine sonuç cümlemize gelirsek, bu filmi kesinlikle izlemenizi tavsiye ediyorum.

Righteous Kill (2008)


Türkçe adı: Orjinal Cinayet(ler)
Yönetmen: Jon Avnet
Oyuncular: Robert De Niro, Al Pacino, 50 Cent, Carla Gugino, Donnie Wahlberg, John Leguizamo
IMDB puanı: 6.7
Zeynop puanı: 6

İstenmeden verilen uzun bir aradan sonra tekrar merhabalar pek değerli sinema severler. Bugün ele alacağım film Al Pacino ve Robert De Niro'yu bizlere tekrar karşılıklı izleme şansı getiren ve yeni gösterime giren Righteous Kill adlı film.

Film, Turk (De Niro) ve Rooster (Pacino) adlı iki dedektifi hikayenin merkezine alarak suç, ahlak ve adalet üçgenini sorgulamaya çalışmış (fakat ne yazıkki sadece çalışmakla kalmış) De Niro'nun canlandırdığı dedektif Turk'un cinayet itirafıyla başlayan film, günümüz modasına uyarak flashbacklerle izleyiciyi alıp olayın çıkış noktasına götürüyor, ve olayların gerçek seyrini yavaş yavaş gözler önüne seriyor.

Sadece afişteki iki büyük aktörün resmine bakarak bile gidilesi olan bu film, üzülerek söylüyorum ki, üzerine aldığı bu asli görevin üstesinden gelememiş. Senaryo basit, yönetmenlik vasat ve konu ve filmin gidişhatı gayet tahmin edilebilir. Al Pacino ve Robert De Niro gibi iki muhteşem isme oyunculuklarını sergileyebilecekleri bir fırsat dahi verilmemiş. Karakterlerin hiçbirisi derinlemesine incelenmemiş ve bu yüzden yüzeysellikten öteye gidemiyorlar; ek olarak eksik senaryo yazımından ötürü karakterlerin güdüleri, inançları ve yaptıkları belirli bir mantık çerçevesine de bir türlü oturmuyor (Bu filmde oynamayı neden kabul etmişler anlaşılır gibi değil zaten)

Görünen o ki yapımcıların yalnız tek bir isteği varmış, o da bu iki ismi bir arada kamera karşısına getirmekmiş; bu amaca ulaşılınca senaryo, görsellik, yönetmenlik vs gibi sinemayı sinema yapan diğer bütün önemli unsurları göz ardı etmişler ve sonunda da ortaya böyle "olmamış" bir film çıkmış.

Filmin adı Türkçeye Orjinal Cinayet diye çevrilmiş ama filmin ismindeki "righteous" kelimesinin gerçek anlamı "erdemli". Yani gerçek adı Erdemli Cinayet olması gereken bu filmden "erdem nedir?" "cinayetin erdemlisi olur mu?" gibi sorulara cevap vermesini ya da en azından bu soruları ortaya çıkarmasını beklerdim. Ama bunu "Dexter" adlı televizyon dizisi çok daha iyi yapıyor.

Bu arada filmdeki tek kadın karakterin de dedektifler arasında seks kölesi gibi kullanılması hiç hoş olmamış.

Sonuç olarak ilerleyen yaşlarına rağmen Robert De Niro ve Al Pacino yu izlemek, hele de Heat filminden sonra tekrardan beraber izlemek, yadsınamaz bir keyif (De Niro daha güzel yaşlanmış bu arada:) ama sinema adına birşeyler bekliyorsanız beklentilerinizi bilet gişesinde bırakıp salona öyle girin derim ben.

Mirrors (2008)




Türkçe adı: Aynalar
Yönetmen: Alexandre Aja
Oyuncular: Kiefer Sutherland, Paula Patton, Amy Smart
IMDB puanı: 6.2
Zeynop puanı: 5.7



Mirrors, The Hills Have Eyes adlı filmin 2006 senesindeki yeniden çevrimiyle adını duyurmuş olan yönetmen Alexandre Aja'nın ikinci büyük filmi. Bu arada Mirrors da Geoul Sokeuro (2003) adlı Güney Kore filmi'nin yeniden çevrim Amerikan versiyonu (Hollywood sözüm sana, başkalarından medet umma, kendi malzemeni kendin yarat artıkın.) Başrolde de 24 dizisinin Jack Bauer'i Kiefer Sutherland var.

Kısaca konuyu özetlemek gerekirse, Ben Carson (Kiefer Sutherland) bir polis memurunun ölümüne sebep olduğu için askıya alınan bir gizli dedektiftir. Gerçek işine geri dönemediğinden dolayı ise para kazanmak için yanmış eski bir alışveriş merkezinde gece bekçisi olarak göreve başlar. (Yanmış alışveriş merkezinin gece bekçisine neden ihtiyacı olur diye uzun uzun düşünmelerimiz sonucunda, tinerciler, evsizler orayı mekan bellemesinler diye olabilir dedik ama hala tam oturmadı) Bu görevi sırasında alışveriş merkezindeki aynalar kendisiyle iletişim kurmaya başlar ama tabi ki bu bir korku filmi olduğundan dolayı, bu iletişim pek de kurulmak istenen türden bir iletişim değildir. Ben Carson'un yapması gereken ailesini ve sevdiklerini korumak için aynaların ondan ne istediğini anlamak ve bu taleplerini yerine getirmektir.

Film için tam anlamıyla bir klişeler cümbüşü diyebiliriz ve işin kötü yanı Mirrors, bu klişeleri dalga geçmek için değil, tam aksine gayet ciddi bir biçimde kullanıyor. Örneğin, Ben Carson, işini kaybettikten sonra alkole başlamış ve bu yüzden de eşiyle ayrılmış ve ailevi sorunlar yaşamaktadır.(Klişe 1) Aynalar geçmişte aynı mekanda olan bir olaya işaret etmektedir.(Klişe 2) Ve daha niceleri.. Filmin korku ve gerilim adına verdiği tek his ne yazıkki anlık sıçramalardan ibaret. Spoiler vermeyeceğim ama sürpriz son diye ballandırıla ballandırıla anlatılan olay da filmin başından beri izleyicinin gözüne sokuluyor zaten, ve dikkatli bir izleyici olayların nasıl sona ereceğini gayet kolay bir şekilde tahmin edebilir.

Kiefer Sutherland'e gelince özellikle filmin sonlarındaki aksiyon sahnelerinde tam bir Jack Bauer'a dönüşüyor. Her an CTU'da Chloe'yi arayıp yardım isteyebilirmiş gibi geldi bana. Öyle üstün oyunculuk kabiliyeti gerektirmeyen bu filmde Sutherland'in aktörlüğüyle ilgili bir yorumda bulunamayacağım.

Kısaca yer yer gerilmek, zıplamak istiyorsanız izleyin ama benim fikrimi sorarsanız Mirrors zıplatırken bile sıkıcı olmayı başaran bir film, kanlı sahneler ise sadece mide bulandırıcı.


Mamma Mia! (2008)






Türkçe Adı: Mamma Mia
Yönetmen: Phyllida Lloyd
Oyuncular: Meryl Streep, Amanda Seyfried, Pierce Brosnan, Colin Firth, Stellan Skersgard, Christine Baranski, Julie Walters
IMDB Puanı: 7
Zeynop Puanı: 7.6



2008 yazının en eğlenceli filmi diyebilirim Mamma Mia için. Abba’nın şarkılarından oluşan Mamma Mia müzikali senelerdir Broadway’de boy gösteriyordu ve bu yüzden Chicago ve The Producers gibi müzikaller gibi beyaz perdeye uyarlanması kaçınılmazdı diyebiliriz.

Yine kısaca konuyu özetlemek gerekirse, annesiyle birlikte küçük bir Yunan adasında yaşayan Sophie düğün hazırlıkları içerisindedir ve kendisini kilisede babasının damada teslim etmesini istemektedir; lakin, babasının kim olduğu konusunda hiçbir fikri yoktur. Bir gün annesinin eski günlüklerini karıştırır babası olma ihtimali olan 3 kişiyi bulur ve bu 3 şahsı düğününe annesinden gizli bir şekilde davet eder.

Sophie’nin annesi Donna Sheridan’ı canlandıran Meryl Streep film boyunca yerinde durmuyor, zıp zıp, hop hop, bu yaşta bende bile yok bu enerji. Kendisinin şarkı söyleme kabiliyeti de muhteşem. Özellikle “Money, Money, Money” performansına bayıldım. Sophie’yi canlandıran Amanda Seyfried ve Sophie’nin koca adayı Sky (Dominic Cooper) da bayağı iyi şarkı söylemişler. Colin Firth de iyi sayılır ama Stellan Skarsgard, Julie Walters bir de Pierce Brosnan için aynı şeyleri ne yazıkki söyleyemeyeceğim. Pierce Brosnan’ın ses tonu şahsi kanaatimce yer yer Bruce Springsteen’i andırıyor olsa da ne yazıkki notaları pek tutturamıyor kendisi.

Ama genel olarak bakıldığında enerjisini ve doğallığını bir saniye bile kaybetmeyen bir filmden söz etmekteyiz burada. İçinde öyle derin anlamlar, çılgın mesajlar aramaya gerek yok. Film boyunca yüzünüz gülüyor, ayaklar tempo tutuyor, ABBA’ya olan saygınız artıyor, daha ne olsun?



The Strangers (2008)



Türkçe adı: Ziyaretçiler (Strangers olmuş size Ziyaretçiler, haydin bakalım)
Yönetmen: Bryan Bertino
Oyuncular: Liv Tyler, Scott Speedman ve 3 tane maskeli kişi.
IMDB puanı: 6.7
Zeynop puanı: 6

Yeni Blog’umun açılışını Bryan Bertino’nun The Strangers adlı filmiyle yapmış bulundum. Öncelikle kısaca filmin konusundan bahsedeyim.

Kristen ve James ilişkilerinde çalkantılar yaşayan bir çifttir ve filmimiz onların gece yarısı James’in ailesinin boş evlerine gelmeleriyle başlar. Kristen ve James’in arasındaki sorun acaba ne diye düşünürken zavallı James’in o gece Kristen’e evlenme teklif ettiğini, kız kabul eder düşüncesiyle de ailesinin evini bir güzel gül yapraklarıyla süslediğini, şampanyalar hazır ettiğini görürüz. Fakat Kristen “Henüz hazır değilim James” diyerek James’in duygularıyla oynamıştır, ve ikili arasında filmin ilk anlarında başgösteren iletişim kopukluğunun da yegane sebebi budur. Evde o gece yaşayacakları olaylar çiftimizi tekrar birbirine yaklaştıracaktır yaklaştırmasına ama bir yandan da ikisini de doğduklarına pişman edecektiir. James ve Kristen kendi dertleriyle boğuşurlarken birden kapı çalar, garip görünüşlü bir kadın “Tamara evde mi aceba?” diye sorar ve olaylar başlar. Ev artık 3 maskeli şahıs (1i erkek, 2si kadın) tarafından çevrelenmiştir ve bu 3 kişi gece boyunca evin 2 sakinine fiziksel ve ruhsal şiddet uygulamaya başlarlar. “Peki neden?” diye sorarsanız da cevap maskeli şahıslardan gelir “Çünkü evdeydiniz”.

Sebepsiz şiddet konulu filmleri düşündüğümüzde aklıma ilk gelen Haneke’nin Funny Games adlı filmidir. Haneke bir yandan sebepsiz şiddet kavramını sorgularken, bir yandan da izleyicinin beklentileriyle oynayıp seyircinin filmi baştan sona izleyerek bu şiddete tanık olmayı seçtiği ve daha fazlasını da görmeyi arzu ettiği gerçeğini yüzüne vuruyor.

The Strangers'a baktığımızda ise durum bundan epey farklı. Filmin vermeye çalıştığı bir mesaj yok. Filmin tek amacı, seyirciyi ses efektleri ve ani çıkışlarla zıplatıp, garip görünümlü maskelerle korkutmak. Hakkını verelim ki bu amacına ulaşıyor. Ama film bittiğinde “Eee, ne yani?” demekten kendinizi alamıyorsunuz. 85 dakikalık bu sebepsiz şiddet gösterisi şahsınızda büyük bir sinir ve rahatsızlık uyandırıyor. (En azından bende uyandırdı)

Bu arada filmin başında ekrana “Film gerçek olaylardan esinlenmiştir” diye bir yazı çıkıyor ve film boyunca düşünüyorsunuz, acaba bu olaylar gerçekten oldu mu diye. Ama filmin esinlendiği asıl olay şuymuş: Yönetmen küçük bir çocukken kapısı çalmış ve gelen adam tanımadığı birisinin evde olup olmadığını sormuş. Bundan sonra da öğrenmişlerki mahallelerinde boş evleri soyan bir çete varmış. Nereden nereye.