The Assasination of Jesse James by the Coward Robert Ford (2007)


Türkçe adı: Korkak Robert Ford'un Jesse James Suikasti
Yönetmen: Andrew Dominik
Oyuncular: Brad Pitt, Casey Affleck, Sam Shepard, Sam Rockwell
IMDB puanı: 7.7
Zeynop puanı: 8.5



Çok çok güzel bir film. Durağan, ağır ilerliyor, sonunu baştan, hatta filmin isminden biliyoruz ama "it's the journey, not the destination" demiş atalarımız;doğru söylemişler. Uzun zamandır çıktığım en güzel yolculuklardan birisiydi bu film. Bittiğinde uzun ve güzel bir kitap okumuş gibi hissettim.


Konu 1800lü yıllarda Amerika'yı etkisi altına almış olan haydut Jesse James (Brad Pitt) in Robert Ford (Casey Affleck) tarafından nasıl öldürüldüğü üzerine kurulmuş. Brad Pitt, Jesse James olmak için biraz fazla yakışıklı belki ama yine de güçlü yönleriyle, zayıflıklarıyla, kötülükleri ve iyilikleriyle Jesse James karakterini çok güzel ekrana yansıtmış. Ben Affleck'in (ıyk! ögh!) küçük kardeşi Casey Affleck ise gerçekten harikalar yaratmış. (Bu rolüyle "En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu" Oscar'ına aday olmuştu zaten)


Yönetmenlik, görüntüler, müzik, oyunculuk herşey tam olması gerektiği gibi. Filmin ufak sürprizleri de var. Amerika'nın Batı'sını en iyi yansıtan oyun yazarlarından biri olan Sam Shepard ve pek sevgili müzik adamı Nick Cave'de (kendisi filmin müziklerine de imza atmış) filmde ufak rollerde boy gösteriyorlar.


Sonuç olarak bu filmi ya çok seveceksiniz, ya da sıkıntıdan patlayacaksınız. Ben ilk gruba dahilim.

Burn After Reading (2008)



Türkçe adı: Aramızda Casus Var
Yönetmen: Ethan & Joel Coen
Oyuncular: George Clooney, Frances McDormand, Brad Pitt, John Malkovich, Tilda Swinton
IMDB puanı: 7.5
Zeynop puanı: 8


Coen biraderlerin (Cohen değil, Coen) son filmi, Burn After Reading'i sonunda izleme fırsatı buldum. Filme dair beklentilerim fazla yüksek değildi çünkü çoğu okur yorumunda filmin sıkıcı ve gereksiz olduğundan söz ediliyordu. Ama bir daha ne yapıyoruz, bu yorumları dikkate almıyoruz çünkü Muro'ları, Çılgın Dersane'leri yücelten bu üstün sinema birikimli kitlenin, bu filmi beğenmemesinden daha doğal birşey olamaz sanırım.


Burn After Reading tipik bir Coen kardeşler filmi. No Country For Old Men'den sonra alışılmış sulara geri dönen Joel ve Ethan Coen yine absürdlüklerle dolu kapkara bir komediye imza atmışlar. Film için, sıradan insanların sıradan olmayan durumlarla karşılaştığında ortaya çıkan anormal olaylar silsilesi diyebiliriz.


İşinden "istifa eden" eski CIA ajanı, Osbourne Cox (John Malkovich), işsiz geçirdiği günlerde anılarını yazmaya karar verir ve içinde bu anıların olduğu CD, fitness salonu çalışanı Chad (Brad Pitt) ve Linda (Frances McDormand) tarafından bulunur. Linda, estetik ameliyat masraflarını karşılayabilmek için bu CD'yi birilerine satmaya karar verir.


Konuyu uzun uzun yazmayacağım, herşeyi izleyip kendinizin görmesi çok daha yerinde olacaktır. Bu filmden söz edip, oyuncu kadrosundan bahsetmemek tabi ki olmaz. Filmin oyuncuları gerçekten inanılmaz. Coen'lerin kadrolu oyuncularından olan George Clooney ve Francis McDormand'ın yanısıra önemli rollerde John Malkovich, Brad Pitt ve Tilda Swinton da var ve bu oyuncuların hepsi rollerinin üstesinden hakkıyla gelmişler.


Film absürd bir komedi olarak görülse de aslında gizli teşkilat, istihbarat konularına, Amerika'yı avucunun içine alan estetik ameliyat ve daha güzel olma takıntısına da inceden inceye dokunduruyor.


Yine sonuç cümlemize gelirsek, bu filmi kesinlikle izlemenizi tavsiye ediyorum.

Dan in Real Life (2007)




Türkçe adı: Şamar Oğlanı
Yönetmen: Peter Hedges
Oyuncular: Steve Carell, Juliette Binoche, Dan Cook
IMDB puanı: 7
Zeynop puanı: 6.5


Herkese öncelikle iyi bayramlar dileyerekten bugünkü film yorumuma başlıyorum. Filmimizin adı Dan in Real Life fekat Türkçeye çok alakasız bir şekilde, büyük ihtimalle sinemaya izleyici çekme taktiğiyle, Şamar Oğlanı olarak çevrilmiş. Peki filmin içeriğinin bu üzerinde çok düşünülmüş Türkçe isimle herhangi bir alakası var mı? Hayır yok.


Film için dramatik ögeleri, komedi ögelerine göre daha ağır basan bir romantik-komedi diyebiliriz. Filmi özel yapan ise Steve Carell ve Juliette Binoche gibi iki birbirinden farklı ismi başrole taşıması.


Dan in Real Life, üç kız çocuğu babası dul köşe yazarı Dan'in bir aile buluşmasında kardeşinin sevgilisi Marie'ye aşık olması sonucunda başından geçenleri anlatıyor. Dan eşinin ölümünden sonra aşk meşk olaylarını bir kenara bırakıp kendini kızlarına adamış bir babadır; kızlarını hayatının merkezine oturtması yüzünden ise kimi zaman hayatı onlara zehir eder. Bir kitapçıda tanıştığı ve hemen etkilendiği Marie'nin, erkek kardeşinin sevgilisi olduğunu öğrenmesiyle bir anda hayatı ve duyguları alt üst olur.


Steve Carell için Amerikan TV ve sinema dünyasının yeni komik adamı desek yalan olmaz heralde ama Little Miss Sunshine'da gördüğümüz gibi kendisi dramatik rollerin de başarıyla altından kalkıyor. Bu filmde ise hem komik hem de üzgün adam olmayı aynı anda başarıyor. Juliette Binoche'la ise gerçekten enteresan ama uyumlu bir çift oluşturuyorlar.


Peki filmin kötü yönleri neler? Öncelikle Marie ve Dan'in 10 dakika konuşmayla bu kadar birbirlerine aşık olmaları bir izleyici olarak bana pek inandırıcı gelmedi. İkincisi ise erkek kardeşinin aşık olduğu kızı ayartan Dan'in bize bu kadar sempatik gösterilmesi ve ailenin buna karşı tepkisiz kalması da pek ilginç olmuş. Filmin sonlarına doğru seyirci Dan'e karşı tavır almasın diye erkek kardeşine hikaye örgüsünde hemen acele bir sevgili bulunuyor ve Dan'in yaptıkları ahlaki yönden zararsız şeyler olarak gösteriliyor.


Sonuç olarak, basit bir zaman geçirme filmi. Steve Carell ve Juliette Binoche seviyorsanız izleyin. Aksi takdirde çokta gerekli değil.

Bonneville (2006)





Türkçe adı: Bonneville
Yönetmen: Christopher N. Rowley
Oyuncular: Jessica Lange, Kathy Bates, Joan Allen, Tom Skeritt
IMDB puanı: 6.2
Zeynop puanı: 6.5


Aslında 2006 yapımı olan bu film, ülkemizde 2008 senesinde fark ettirmeden gösterime girdi ve kısa bir süre sonra da usulca gösterimden kalktı. Yol filmlerine oldum olası bayılmışımdır (Thelma & Louise, Little Miss Sunshine, Sideways) Bu filmi de bir yol filmi olması ve üstün oyuncu kadrosundan dolayı izlemeden edemedim.


İlk olarak yine kısaca filmin konusuna bakalım. Arvilla'nın (Jessica Lange) kendisinden yaşça büyük olan kocası Joe hayatını kaybeder. Ölmeden önce Arvilla'ya cesedini yakmasını ve küllerini de etrafa saçmasını vasiyet eder fakat Joe'nun ilk evliliğinden olan kızı Francine bu kül saçılma olayına hiç te sıcak bakmaz. Joe'nun cesedinin annesinin, yani Joe'nun ilk karısının, yanına, California'ya gömülmesini ister ve aksi takdirde Arvilla'yı oturduğu evden çıkarmakla tehdit eder. Arvilla Joe'nun küllerini, iki yakın arkadaşı Mormon Carol (Joan Allen) ve çılgın Margene'i (Kathy Bates) ve de 1966 model Pontiac Bonneville marka arabasını alıp California' ya doğru bir yolculuğa çıkar. Yolculuk,bu 3 kadın için, zaman zaman eğlenceli, zaman zaman tehlikeli, kimi zaman da duygusal bir deneyim olacaktır.


Bonneville için ne yazıkki bir başyapıt diyemeyiz, hatta güzel bir film dememiz de çok mümkün değil ama oyuncu kadrosuyla baştan sona kadar insanı sıkmadan ilerliyor ve yer yer de çok güldürüyor. Kathy Bates'in olduğu her film zaten tereddütsüz izlenir, onunla böyle bir araba yolculuğuna çıkmak da seyirci için gerçekten de büyük bir zevk. Sırf bu yüzden belki izlemek gerek Bonneville'i.


Sonuç olarak eğer yapacak daha iyi bir işiniz yoksa, bir fincan kahve koyun kendinize, koltuga uzanın, hatta mümkünse yanınıza annenizi de alıp izleyin Bonneville'i.

Wall-E (2008)




Türkçe adı: Vol.i
Yönetmen: Andrew Stanton
Oyuncular: Wall-E, Eve
Seslendirenler: Ben Burtt, Elissa Knight, Jeff Garlin, Sigourney Weaver
IMDB puanı: 8.7
Zeynop puanı: 9


Yine yeni bir uzun aradan sonra merhabalar pek sevgili sinemaseverler. Bu verilen uzun ara tabi ki film izlemediğim anlamına gelmiyor; tek sebep tembelliğimden ötürü oturup bir türlü bu filmler üzerine birşeyler yazamamam.


Bugün sizlere tanıtacağım film bir Pixar şaheseri olan Wall-E (ya da Türkçe adıyla Vol-i). Pixar'ın yeri animasyon dünyasında benim için hep ayrı olmuştur. 20th Century Fox'un Ice-Age'i ya da DreamWorks'un Shrek'i Madagascar'ı her ne kadar izlenilebilir olsalar da Pixar'ın ne animasyon kalitesine, ne senaryo derinliğine, ne de duygu geçirme kabiliyetine yetişememişlerdir.


Animasyon dünyasını kasıp kavuran Shrek fırtınası bile, izlerken eğlenceli görünmesine rağmen, izledikten sonra büyük bir etki bırakmaz insanın benliğinde. (Bunların hepsi benim şahsi fikirlerim) Ama bir Kayıp Balık Nemo, bir Ratatoille, ne kadar izlenilse izlensin tadından bir şey kaybetmeyen, ve insanın aklına geldikçe gülümseten filmlerdir.


Tüm bu sebeplerden dolayı Pixar'ın son filmi Wall-E için beklentilerim çok büyüktü. Büyük beklentilerin de genelde büyük düş kırıklıklarına yol açacağı bilinen bir gerçektir ama bu sefer durum böyle olmadı.


Wall-E'nin konusundan kısaca söz etmek gerekirse, film distopik bir Dünya gezegeninde geçmektedir. Beklenen olmuştur ve insanlar tüketim çılgınlığına kendini kaptırıp, Dünya'yı bir çöp gezegen haline getirmişlerdir. Kullan-at politikasını benimseyen insanlar, her şeyde olduğu gibi çareyi Dünya'yı kullanıp, sömürdükten sonra terketmekte bulmuşlardır. Dünya'yı çöp temizleme robotlarına (Waste Allocation Load Lifter Earth-Class aka Wall-E) emanet eden insanlar tüketim çılgınlığına uzayda kendilerine yarattıkları sanal evrende devam etmektedirler. Bu robotlardan bozulmadan görevine devam eden tek robot kahramanımız Wall-E'dir. Koskoca dünyada tek başına görevine devam etmekte olan Wall-E'nin hayatı, Dünya'da bir yaşam formu bulma görevine sahip olan başka bir robot, Eve'le karşılaşınca tamamen değişir.


Filmin ilk 20 dakikası neredeyse tek bir söz bile söylenmeden geçiyor ve film boyunca konuşmalar ve diyaloglar minimuma indirgenmiş. (Sonuçta robotlardan bahsediyoruz) Ama Pixar bize konuşma olmadan da nasıl muhteşem ve inandırıcı karakterler yaratılabileceğini gösteriyor. Çoğu gerçek aktörün senelerce çalışıp aktaramayacağı duyguları, Wall-E gibi bir bilgisayar yaratısı hiç zorlanmadan ekrana aktarıyor ve bu sevilesi karakter sizi filmin başından sonuna kadar avucunun içinde tutuyor. En büyük aşk filmlerinden, en meşhur aşıklardan daha saf, ve gerçek bir sevgiyi gözler önüne seriyor Wall-E. Bu güzel öykünün yanında, çevre ve doğa ile ilgili mesajları da insanın gözüne sokmadan, ama yine de etkili bir şekilde ekrana getiriyor.


Sonuç olarak, hiç zaman kaybetmeden izleyin izlettirin, arşive alıp bir daha izleyin efenim. Çok yaşa Pixar.

Be Kind Rewind (2008)





Türkçe adı: Lütfen Geri Sarın
Yönetmen: Michel Gondry
Oyuncular: Jack Black, Mos Def, Danny Glover, Mia Farrow, Melonie Diaz
IMDB puanı: 6.7
Zeynop puanı: 7.2


Michel Gondry için sinema dünyasının son yıllardaki en yaratıcı yönetmenlerinden biridir desek yalan olmaz sanırım. Eternal Sunshine of the Spotless Mind ile kendini kanıtlayıp, The Science of Sleep'le de bizleri hayal kırıklığına uğratmamıştı kendisi. Bu iki filmde aşk üzerine konuşmuş olan Gondry, Be Kind Rewind'da dostluk, arkadaşlık ve sadakat temalarına odaklanmış.


Mike (Mos Def), DVD çağında ayakta kalmaya çalışan "Be Kind Rewind" (Lütfen geri sarın) adlı bir VHS video dükkanında çalışmaktadır. Dükkanın sahibi Mr.Fletcher (Danny Glover) bir gün ufak bir yolculuğa çıkar ve dükkanı Mike'a emanet eder. Mike'ın, sürekli sorun yaratan, en yakın dostu Jerry (Jack Black) bir elektrik santralının yanında yaşamaktadır. Santralde elektrik akımına maruz kaldığı bir gün dükkana gelir ve tüm video kasetlerin silinmesine sebep olur. Dükkanı ayakta tutmak için Jerry ve Mike kendi imkanlarıyla kasetlerdeki filmleri tekrar çekmeye başlarlar.


Kendimi bir Jack Black sever olarak tanımlayamam, hatta filmlerdeki abartılı hareketleri beni hep rahatsız etmiştir ama bu film için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Bu filmde Jack Black bile pek bir sevimli göründü gözüme. Mos Def zaten başlı başına çok sempatik. Diğer sürprizler ise Danny Glover, Mia Farrow ve Sigourney Weaver.


Jerry ve Mike'ın çektiği "sweded" filmler arasında ise ne arasanız var. Ghostbusters'dan King Kong'a, Lion King'den Rush Hour 2'ye kadar pek çok film bu ikilinin elinden geçiyor. İkilinin film çekmekteki yaratılıcıkları ise takdire değer. Bu güzel fikirleri görünce, elinize kamerayı alıp hemen kendinizi sokağa atasınız geliyor.


Bu sıcacık film bize dostlukların önemini, eski mahalle kavramını ve sinemayı neden bu kadar çok sevdiğimizi hatırlatıyor bir kez daha. Doğa üstü öğeler filmdeki gerçeklikle çok iyi bir şekilde harmanlanmış ve hiçbirşey saçma gelmiyor. (bkz.Eternal Sunshine of the Spotless Mind)


Gondry için belki de "Büyülü Gerçekçilik" tarzının sinemadaki kullanıcısı diyebiliriz.
Yani neymiş? Bu filmi izlemeliymişiz
. Evet.

Anamorph (2007)





Türkçe adı: Anamorf
Yönetmen: Henry Miller
Oyuncular: Willem Dafoe, Scott Speedman, Clea Duvall
IMDB puanı: 5.8
Zeynop puanı: 6


Blogger'ın sebepsiz sinirlendiren gidişi ve aniden sevindiren geri dönüşünden sonra sinema yazılarımıza devam ediyoruz efenim. Bugunkü filmimiz, başrollerini Willem Dafoe ve Scott Speedman'ın paylaştığı bağımsız bir seri katil filmi olan Anamorph.

Willem Dafoe filmde simetri hastasi bir dedektif olan Stan'i canlandiriyor. Stan 5 sene önce "Eddie Amca" davası adıyla medyada büyük yer bulan bir seri katil davasında çalışmıştır ve bu davada ölen bir genç kız için hala kendini suçlamaktadır. Stan, pişmanlıklar ve saplantılar silsilesi içinde yaşamına devam ederken birden bire yeni bir seri katilin cinayetleriyle, kendini o eski günlerde bulur. Bu seri katil cinayetlerinde "camera obscura" ve "anamorphosis" denilen resim tekniklerini kullanmaktadır. "Anamorphosis"e göre resme bakan kişi ayna benzeri çeşitli aletler kullanarak resme tekrar baktığında, ya da resme bakış açısını değiştirdiğinde resmin apayrı bir halini görmektedir.

Konu gerçekten çok enteresan; "anamorphosis" tekniği de uzun uzun araştırmaya değer. Lakin, ne yazıkki elde bu kadar muhteşem bir malzeme ve süper bir başrol oyuncusu varken, senaryonun zayıflığından ötürü film bekleneni veremiyor. Ortaya atılan pek çok konu bir türlü çözüme ulaştırılmıyor. Filmde gördüğümüz cinayet mahali görüntüleri gerçekten inanılmaz başarılı ve yaratıcı ama filmin başarısı sadece bu görüntülerle ve iç kapatıcı karanlık atmosferin çok doğru bir şekilde yaratılmasıyla sınırlı kalmış.

Bu arada filmin sürprizlerinden birisi de filmde 5 saniye kadar görünen Debbie Harry.

Sonuç olarak film için zaman kaybı diyemeyeceğim çünkü gerçekten çok başarılı sahnelere sahip ama bütüne baktığımızda elindeki konuya yazık etmiş Anamorph. "Çok güzel başladı ama bir türlü sonunu getiremedi" vak'asıyla karşı karşıyayız yine yeni yeniden.

Happiness (1998)


Türkçe adı: Mutluluk
Yönetmen: Todd Solonz
Oyuncular: Jane Adams, Lara Flynn Boyle, Philip Seymour Hoffman, Dylan Baker
IMDB puanı: 7.7
Zeynop puanı: 7.4


Çok çok garip ayrıca da pek absürd ama bir o kadarda gerçek ve inandırıcı bir film Happiness. 1001 film kitabıma göre ölmeden önce izlemem gereken filmlerden birisiymiş kendisi, ben de kitaba olan saygımdan dolayı oturdum izledim, yer yer eğlendim, yer yer iğrendim, şok oldum, şaşırdım. Garip bir duygu ve his cümbüşü yaşadım Todd Solonz'un bu filmini izlerken.


Mutsuz olan fakat mutluluğu farklı yerlerde arayan ve yolları zaman zaman kesişen bir gurup insanı temel alarak, Amerikan toplumunun içinde bulunduğu durumu irdelemeye çalışmış Solonz. Bu küçük örneklem diye adlandırabileceğimiz insan topluluğunda ise saftiriğinden, pedofiline, katilden telefon sapığına ne ararsanız var. Film, izleyicinin ahlaki değerlerini yerle bir etmeye çalışmış. Hostel'i izlerken nasıl bedensel bir iğrenti yaşanılıyorsa Happiness'i izlerken de ruhsal bir iğrenti yaşamak pekala mümkün oluyor. (Özellikle filmdeki baba ve oğulun filmin sonlarına doğru aralarında geçen diyalogda "iyyyy" sesleri oturma odamizda yankilandi)


Sonuç olarak spoiler olmasın diye filmin detaylarına girmeyeceğim ama kendinizi biraz zorlayıp, "challenge" etmek izliyorsanız bu filmi kesinlikle izlemelisiniz.

Punch-Drunk Love (2002)




Türkçe adı: Aşk Sarhoşu
Yönetmen: Paul Thomas Anderson
Oyuncular: Adam Sandler, Emily Watson, Philip Seymour Hoffman
IMDB puanı: 7.4
Zeynop puanı: 7.5


Filmlerini kronolojik olarak biraz tersten izliyor olsam da yönetmen Paul Thomas Anderson beni şimdiye kadar hiç hayal kırıklığına uğratmamış bir yönetmendir diyebilirim. Hem yazıp hem yönettiği Punch-Drunk Love'da Anderson yine yönetmenliğinin hünerlerini göstermiş. Filmin oyuncu kadrosu ise çok enteresan. Kafamda bir araya getirmeyi asla başaramayacağım Adam Sandller, Emily Watson ve pek sevgili Philip Seymour Hoffman gibi 3 oyuncu, bu filmde ilginç bir şekilde bir araya gelmişler ve ortaya da çok hoş bir iş çıkmış.


Filmin konusuna gelelim. Barry Eagan (Adam Sandler) tuvalet fırçası üreten bir firmanın sahibidir. Zaman zaman sinir atakları geçirmesinin yanında da kendisini sürekli küçümseyen ve hayatı ona zehir eden 7 adet kızkardeş (abla)'ya sahiptir. Barry bunun dışında sürekli puding alıp, promosyon olarak verilen, belki de hiç kullanmayacağı uçuş millerini biriktirmektedir. Kendini yalnız hissettiği gecelerin birinde telefon-sex-hattını arar ama konuştuğu kadın kendisine musallat olur; aynı dönemlerde de ablalarından birisinin arkadaşı olan Lena'yla (Emily Watson) aralarında aşk ve sevgi tohumları tomurcuklanmaya başlar. (:P)


Romantik-komedi gibi görünen bu film aslında hem çekim hem de karakterler olarak alıştığımız romantik komedilerden çok farklı bir çizgide ilerliyor; sürekli ses, renk ve ışık oyunlarıyla karşı karşıyayız. Bu sesler ve görüntüler de karakterleri daha iyi anlamamızı ve tanımamızı sağlıyor. Film boyunca beklenmedik tuhaf tuhaf gelişmeler yaşanıyor. Sonuç olarak ta trajik karakterlerden mavi ceketli, huzur verici ve eğlenceli bir aşk filmi ortaya çıkıyor. Adam Sandler için olan önyargılar da birden yokoluyor.


Bence izleyiniz efenim.

The Brave One (2007)




Türkçe adı: İçindeki Yabancı
Yönetmen: Neil Jordan
Oyuncular: Jodie Foster, Terrence Howard, Naveen Andrews, Mary Steenburgen
IMDB puanı: 6.9
Zeynop puanı: 6.8

Yönetmen Neil Jordan, Interview With the Vampire (Vampirle Görüşme) adlı filmiyle oyuncu Jodie Foster'da Silence of the Lambs'iyle (Kuzuların Sessizliği) benden hayat boyu olumlu kredi kazanmışlardır. Bu sebeplerden dolayı da bu şahsiyetlerin filmlerini hep olumlu bir bakış açısıyla izlerim ve kendilerinin beni pek hayal kırıklığına uğratmadıklarını da söyleyebilirim.
The Brave One iyi bir yönetmenle iyi bir oyuncunun bir araya gelerek gerçekleştirdikleri bir proje olmuş. Jodie Foster'ın canlandırdığı Erica Bain New York'ta yaşayan bir radyo programcısıdır ve radyo programın da yaşadığı şehri ve deneyimlerini dinleyicileriyle paylaşmaktadır. Mutlu bir hayatı olan Erica nişanlısı David (Naveen Andrews-Lost'un Sayid'i) ile evlenme planları yapmaktadır; hatta düğün davetiyeleri bile hazırdır. Lakin, parkta yaptıkları bir akşam yürüyüşünde çiftimiz 3 kişinin hain saldırısına uğrar. Saldırı sounucu David hayatını kaybeder ve Erica'da kendini komada bulur. Uyandığında, Erica'nın yaşadığı şehirle olan bağı artık sarsılmıştır ve bu travmadan kurtulması ve içinde yeni yeni filizlenen öfke, korku, paranoya gibi duygularla başetmesi pek kolay olmayacaktır.
The Brave One tam bir "vigilante*" filmi. Hukuktan ve adaletten ümidini kesmiş bir kadın kendi bildiği doğrulara göre hareket edip adaleti sağlamaya çalışıyor. Silah kullanmayı bile bilmeyen Erica filmin süresi boyunca gözünü kırpmadan cinayet işleyen bir kadına dönüşüyor. Bu sertleşmesinin sebebi de aslında haksız olmayan bir sebep; en sevdiği kişiyi sebepsiz yere ve aniden kaybetmesi. Hayat ve deneyimlerin insanı değiştirmesi, en sakin kişilerin bile yaşadıkları yüzünden birer katile dönüşebilmeleri de aslında üzerine düşünülmesi gereken bir husus.

Bu arada Jodie Foster filmi alıp tek başına götürmüyor tabi ki. Terrence Howard'da adalet ve yasalar konusunda kendine has düşünceleri olan dedektif Mercer rolünde çok güzel bir performans sergiliyor.

Sonuç olarak yer yer duraklasa da, sıkmadan kendini izletebilen ortalama bir film olmuş The Brave One. Filmin afişine bakınca sanki Jodie Foster'ın kötü adamları kovaladığı bir aksiyon filmi izleyeceğim hissine kapılmıştım ama hiç de öyle olmadı. Aksiyondan çok duygusal yönü daha ağır basan bir film.

*vigilante: yasal yetkisi olmadan düzeni sağlamaya çalışan kişilere verilen isim.

Righteous Kill (2008)


Türkçe adı: Orjinal Cinayet(ler)
Yönetmen: Jon Avnet
Oyuncular: Robert De Niro, Al Pacino, 50 Cent, Carla Gugino, Donnie Wahlberg, John Leguizamo
IMDB puanı: 6.7
Zeynop puanı: 6

İstenmeden verilen uzun bir aradan sonra tekrar merhabalar pek değerli sinema severler. Bugün ele alacağım film Al Pacino ve Robert De Niro'yu bizlere tekrar karşılıklı izleme şansı getiren ve yeni gösterime giren Righteous Kill adlı film.

Film, Turk (De Niro) ve Rooster (Pacino) adlı iki dedektifi hikayenin merkezine alarak suç, ahlak ve adalet üçgenini sorgulamaya çalışmış (fakat ne yazıkki sadece çalışmakla kalmış) De Niro'nun canlandırdığı dedektif Turk'un cinayet itirafıyla başlayan film, günümüz modasına uyarak flashbacklerle izleyiciyi alıp olayın çıkış noktasına götürüyor, ve olayların gerçek seyrini yavaş yavaş gözler önüne seriyor.

Sadece afişteki iki büyük aktörün resmine bakarak bile gidilesi olan bu film, üzülerek söylüyorum ki, üzerine aldığı bu asli görevin üstesinden gelememiş. Senaryo basit, yönetmenlik vasat ve konu ve filmin gidişhatı gayet tahmin edilebilir. Al Pacino ve Robert De Niro gibi iki muhteşem isme oyunculuklarını sergileyebilecekleri bir fırsat dahi verilmemiş. Karakterlerin hiçbirisi derinlemesine incelenmemiş ve bu yüzden yüzeysellikten öteye gidemiyorlar; ek olarak eksik senaryo yazımından ötürü karakterlerin güdüleri, inançları ve yaptıkları belirli bir mantık çerçevesine de bir türlü oturmuyor (Bu filmde oynamayı neden kabul etmişler anlaşılır gibi değil zaten)

Görünen o ki yapımcıların yalnız tek bir isteği varmış, o da bu iki ismi bir arada kamera karşısına getirmekmiş; bu amaca ulaşılınca senaryo, görsellik, yönetmenlik vs gibi sinemayı sinema yapan diğer bütün önemli unsurları göz ardı etmişler ve sonunda da ortaya böyle "olmamış" bir film çıkmış.

Filmin adı Türkçeye Orjinal Cinayet diye çevrilmiş ama filmin ismindeki "righteous" kelimesinin gerçek anlamı "erdemli". Yani gerçek adı Erdemli Cinayet olması gereken bu filmden "erdem nedir?" "cinayetin erdemlisi olur mu?" gibi sorulara cevap vermesini ya da en azından bu soruları ortaya çıkarmasını beklerdim. Ama bunu "Dexter" adlı televizyon dizisi çok daha iyi yapıyor.

Bu arada filmdeki tek kadın karakterin de dedektifler arasında seks kölesi gibi kullanılması hiç hoş olmamış.

Sonuç olarak ilerleyen yaşlarına rağmen Robert De Niro ve Al Pacino yu izlemek, hele de Heat filminden sonra tekrardan beraber izlemek, yadsınamaz bir keyif (De Niro daha güzel yaşlanmış bu arada:) ama sinema adına birşeyler bekliyorsanız beklentilerinizi bilet gişesinde bırakıp salona öyle girin derim ben.

Hollywood Ending (2002)




Türkçe adı: Hollywoodvari Bir Son
Yönetmen: Woody Allen
Oyuncular: Woody Allen, Tea Leoni, George Hamilton, Treat Williams, Debra Messing
IMDB puanı: 6.2
Zeynop puanı: 6.6


Woody Allen’ın sinema izleyicileri için ya çok sevilen ya da nefret edilen bir yönetmen olduğu aşikar. Woody ne yapsa beğenirim diyebilecek kadar koyu bir Woody Allen taraftarı olmamakla birlikte, yaptığı filmlerin %90’ını severek, beğenerek izlemişimdir. Hatta şimdiye kadar en beğendiğim filmler listesinde Annie Hall zirveye oynamaktadır bile diyebilirim. Hollywood Ending'in Woody Allen’ın en beğenilmeyen filmlerinden birisi olduğunu duymuştum. Amerika’da çok düşük bir box office kazancı sağlayan, uluslararası bakımdan biraz daha başarılı olan, lakin İngiltere’de gösterime bile giremeyen bir filmden bahsediyoruz burada.
Hollywood Ending’in konusundan kısaca söz etmek gerekirse. Val, zamanında Oscar kazanmış ama daha sonra işleri bir türlü yaver gitmemiş ve artık saçma sapan reklam filmleri çeken bir yönetmendir. Val’in eski karısı Ellie ise ünlü bir film stüdyosunun patronu olan Ed ile beraberdir. Stüdyonun hazırladığı, New York hakkında çekilecek bir filmi yönetmesi için Val’e teklif götürülür. Fakat, yönetmenin “büyük dönüşü” olabilecek bu filmin çekimlerine başlamadan bir gün önce Val’a psikomatik körlük teşhisi koyulur. Bu fırsatı elinden kaçırmamak için Val, menajeri ve kendisine yardımcı olabilecek tek kişi olan çinli kameramanın tercümanı hariç kimseye bu konuda bir şey söylemez.

Film dıştan basit bir fars olarak görünse de aslında içinde sanatsal yaratının zorlukları, ailenin önemi, Hollywood’da işlerin işleyişi, Fransız sinemasının özü ve körlük gibi temalarda alttan alta ufak mesajlar da taşıyor. Yönetmenin körlüğü ise fiziksel körlükten çok zihinsel bir körlüğün metaforu şeklinde sunulmuş izleyiciye. Spoiler olabilir, dikkat ediniz: Filmin sonunda Val’in kör bir biçimde çektiği film Amerika’da yerden yere vurulurken, değişik teknikler kullanıp sinema dilini altüst ettiği için Fransa’da büyük beğeni kazanıyor. İşin ironik yanı ise Woody Allen’in Hollywood Ending adlı bu filminin Amerika’da aynen filmdeki gibi beğenilmeyip 2002 yılı Cannes Film Festivali’nin açılışını yapan film olması. Yani, Val’in tabiriyle “Thank God the French exist.”

Sonuç olarak Hollywood Ending, yer yer Woody Allen’ın ince mizahından nasibini alan, izlemesi keyifli ama daha fazlası olmayan bir film olmuş. Eğer Woody Allen izlemeye yeni başlıyorsanız size tavsiyem Annie Hall, Zelig, Manhattan ya da Manhattan Murder Mystery ile başlamanız olacaktır.

MirrorMask (2005)



Türkçe adı: Aynadan Maske
Yönetmen: Dave McKean
Oyuncular: Stephanie Leonidas, Jason Barry, Gina McKee, Rob Brydon
IMDB puanı: 7.1
Zeynop puanı: 7.6


Kız odasında oturmaktadır, aklında geleceği ile ilgili planları, hayalleri. Annesi odaya gelir, tartışma başlar. Kız oralardan gitmek ister, annesi onu kaybetmek istemez. “Bir gün ölümüme sebep olacaksın” diye sitem eder kızına. Kız da o anın siniriyle “keşke” der annesine. O gece anne sirkteki gösterisinden önce fenalaşır, hastaneye kaldırılır. Kızı hep ziyaret eder onu hastanede. Üzüntüsünü, özrünü bir türlü dile getiremez, çizimleriyle kartlarıyla, hayal gücüyle annesine hissettiklerini anlatmaya çalışır. Anne anlar kızını, dert etmemesini, üzülmemesini ister. Akşam eve telefon gelir, annenin durumu kötüleşmiştir, ameliyata alınacaktır.

Kız uyur ve bilinçaltındaki üzüntü, pişmanlık duygularıyla bezenmiş, maskeli insanlar, sokaklarda gezen balıklar, defter sayfası yiyen kediler, “seni sevmiyorum,kötü kitap” diye bağırınca üzülüp şehir kütüphanesine geri dönen kitaplarla dolu bir dünyaya açar gözünü. Işığın dünyası, gölgeler diyarından gelen kötü güçlerin etkisi altındadır. Kızın yapması gereken de Aynadan Maskeyi bulup bu duruma bir son vermek ve Işığın kraliçesini uykusundan uyandırmaktır.

Neil Gaiman yazmış (Sandman çizgi romanlarını biz fanilere bağışlayan ve Stardust adlı fantastik romanı sinemaya uyarlanan ünlü yazar). Dave McKean yönetmiş (Sandman ve Hellblazer çizgi romanlarının çizeri). Bu üstün hayal gücü sahibi beyin takımından kötü bir işin çıkacağını düşünmek zaten büyük bir hata olurdu. Gaiman ve McKean ikilisi ellerindeki kısıtlı imkanlarla, hem görsel hem de hikayesel (böyle bir kelime var mı acaba? hmm) bakımdan çok başarılı ve etkileyici bir filme imza atmışlar. Sinema filmlerinde yüzlerini görmeye pek aşina olmadığımız oyunculardan oluşan geniş oyuncu kadrosu da filmde eleştiriye yer vermeyecek şekilde, tertemiz performans sergiliyorlar. Özellikle başroldeki Kıbrıs asıllı oyuncu Stephanie Leonidas'a dikkat çekmek isterim. Belki biraz alakasız ama "screen presence"ı (iğrencim biliyorum ama çeviremedim Türkçe'ye) bana Ellen Page'i hatırlattı.

Efenim, sonuç olarak uzun lafın kısası, güzel film, hoş film. Fantastik türde filmleri seviyorsanız izleyiniz, izletiniz.

Mirrors (2008)




Türkçe adı: Aynalar
Yönetmen: Alexandre Aja
Oyuncular: Kiefer Sutherland, Paula Patton, Amy Smart
IMDB puanı: 6.2
Zeynop puanı: 5.7



Mirrors, The Hills Have Eyes adlı filmin 2006 senesindeki yeniden çevrimiyle adını duyurmuş olan yönetmen Alexandre Aja'nın ikinci büyük filmi. Bu arada Mirrors da Geoul Sokeuro (2003) adlı Güney Kore filmi'nin yeniden çevrim Amerikan versiyonu (Hollywood sözüm sana, başkalarından medet umma, kendi malzemeni kendin yarat artıkın.) Başrolde de 24 dizisinin Jack Bauer'i Kiefer Sutherland var.

Kısaca konuyu özetlemek gerekirse, Ben Carson (Kiefer Sutherland) bir polis memurunun ölümüne sebep olduğu için askıya alınan bir gizli dedektiftir. Gerçek işine geri dönemediğinden dolayı ise para kazanmak için yanmış eski bir alışveriş merkezinde gece bekçisi olarak göreve başlar. (Yanmış alışveriş merkezinin gece bekçisine neden ihtiyacı olur diye uzun uzun düşünmelerimiz sonucunda, tinerciler, evsizler orayı mekan bellemesinler diye olabilir dedik ama hala tam oturmadı) Bu görevi sırasında alışveriş merkezindeki aynalar kendisiyle iletişim kurmaya başlar ama tabi ki bu bir korku filmi olduğundan dolayı, bu iletişim pek de kurulmak istenen türden bir iletişim değildir. Ben Carson'un yapması gereken ailesini ve sevdiklerini korumak için aynaların ondan ne istediğini anlamak ve bu taleplerini yerine getirmektir.

Film için tam anlamıyla bir klişeler cümbüşü diyebiliriz ve işin kötü yanı Mirrors, bu klişeleri dalga geçmek için değil, tam aksine gayet ciddi bir biçimde kullanıyor. Örneğin, Ben Carson, işini kaybettikten sonra alkole başlamış ve bu yüzden de eşiyle ayrılmış ve ailevi sorunlar yaşamaktadır.(Klişe 1) Aynalar geçmişte aynı mekanda olan bir olaya işaret etmektedir.(Klişe 2) Ve daha niceleri.. Filmin korku ve gerilim adına verdiği tek his ne yazıkki anlık sıçramalardan ibaret. Spoiler vermeyeceğim ama sürpriz son diye ballandırıla ballandırıla anlatılan olay da filmin başından beri izleyicinin gözüne sokuluyor zaten, ve dikkatli bir izleyici olayların nasıl sona ereceğini gayet kolay bir şekilde tahmin edebilir.

Kiefer Sutherland'e gelince özellikle filmin sonlarındaki aksiyon sahnelerinde tam bir Jack Bauer'a dönüşüyor. Her an CTU'da Chloe'yi arayıp yardım isteyebilirmiş gibi geldi bana. Öyle üstün oyunculuk kabiliyeti gerektirmeyen bu filmde Sutherland'in aktörlüğüyle ilgili bir yorumda bulunamayacağım.

Kısaca yer yer gerilmek, zıplamak istiyorsanız izleyin ama benim fikrimi sorarsanız Mirrors zıplatırken bile sıkıcı olmayı başaran bir film, kanlı sahneler ise sadece mide bulandırıcı.


The Man Who Fell to Earth (1976)




Türkçe adı: Dünyaya Düşen Adam
Yönetmen: Nicolas Roeg
Oyuncular: David Bowie, Rip Torn, Candy Clark
IMDB puanı: 6.7
Zeynop puanı: 6.3

“Oturma Odamdan” kuşağında bugun tanıtacağım film Nicolas Roeg’in The Man Who Fell to Earth adlı eseri.. Film, kült statüsüne erişmiş bir bilim-kurgu eseri ve yine bir edebiyat uyarlaması. Günümüzde malzemesi kalmayan sinemacılar nasıl romanlardan, kısa öykülerden medet umuyorlarsa 1970'lerde de durum bundan pek farklı değilmiş. Film Thomas Jerome Newton adlı bir zuzaylının gezegeninde su kalmaması ve ailesinin kuraklıkla boğuşması sebebiyle dünyaya gelip su bulmaya çalışma çabasını anlatıyor. Aslında tam olarak su bulma çabası diyemeyiz bu duruma çünkü Newton dünyaya düştüğü an suyu buluyor ve ritüelistik bir biçimde suya saygısını belirtiyor, duasını ediyor, lıkır lıkır içiyor. Fakat, dünyaya indiği andan itibaren televizyon, medya, alkol, para derken yavaş yavaş kendi benliğini yitirip yozlaşmaya başlıyor ve asıl amacının, yani gezegenine ve ailesine su götürmenin, dışına çıkıyor.

Flashbacklerle Newton’un yola çıkışını ve kendi gezegeninde yaşam mücadelesi veren karısını ve iki çocuğunu görüyoruz. Kimi sahneler gerçeküstücü bir tablodan fırlamış gibi bir görüntü sergiliyor; lakin senenin 1976 olduğunu göz önüne alırsak, bu uzaylı sahnelerinin yer yer komişkleştiği gerçeğini de göz ardı edemeyiz tabi. Ama bu sahnelerin günümüzün izleyicisine komik gelme potansiyeli çok yüksek olsa da, yönetmen Roeg kendi dönemine göre bu çekimlerde iyi ve enteresan bir iş çıkarmış.

Film, ilk yarısında anlaşılabilir bir şekilde ilerliyor fakat ikinci yarıda kopuk ve bağlantısız sahneler bir araya gelince ne yazıkki izleyicinin filmden kopuşu gerçekleşebiliyor. Filmi izledikten sonra kitabın özetini okuduğum zaman The Man Who Fell to Earth’de ne olup bittiğini daha iyi anladım diyebilirim çünkü kitapta olup filmde olmayan pek çok sahne ve atlanmış enstantene var ve bunları bilmeden de filmi tam anlamıyla kavramak mümkün değil.

Filmin en önemli nimeti de David Bowie; bakır kızılı saçları, beyaz teni ve androjen görüntüsü ile bir dünyalıya benzemediği çok açık. Bu yüzden de “dünyaya düşen adam” karakterini büyük bir başarıyla canlandırıyor.

Sonuç olarak The Man Who Fell to Earth günümüzde kült statüsüne erişmiş ve Ölmeden Önce İzlemeniz Gereken 1001 Film adlı kitapta da da yerini bulmuş bir eser. Ama film boyunca sıkılmayacağınızı ve elinizin uzaktan kumandanın “2x ile ileriye sar” tuşuna gitmeyeceğini garanti edemem.
Ek bir not olarak ta The Man Who Fell to Earth'un yeni versiyonu 2009 yılında gösterime girecekmiş. Bakalım nasıl bir iş çıkaracaklar.




There Will Be Blood (2007)


Türkçe adı: Kan Dökülecek
Yönetmen: Paul Thomas Anderson
Oyuncular: Daniel Day-Lewis, Martin Stringer, Kevin J. O'Connor, Paul Dano
IMDB puanı: 8.4
Zeynop puanı: 7.9

Bilindiği gibi Daniel Day-Lewis öyle her önüne gelen rolde oynamaz ama oynadı mı da tam oynar. There Will Be Blood filminde de aynen öyle yapmış. Film için bir Daniel Day-Lewis gövde gösterisi desek yalan söylemiş olmayız. (Oskar ödülünü veren teyzeler amcalar da böyle düşünmüş olsa gerek) Filmimiz 19.yüzyılın sonları ve 20.yüzyılın başlarında Amerika’nın güneyinde geçiyor ve film boyunca baskın olan tema o döneme damgasını vuran güç savaşı, bu güç savaşının en önemli belirleyicisi de petrol. Hatta filmin adına baktığımızda filmin kırmızı kan ile bezeli olduğu düşüncesine kapılmamıza rağmen filmi asıl elinde tutan da petrol dediğimiz bu kara sıvı.

Filmin ana karakteri Day-Lewis’ın canlandırdığı Plainview, Little Boston yöresinde iyi bir petrol kaynağı olduğu bilgisini alıyor ve yanına evlat edindiği oğlunu ve tüm aletlerini alıp yola çıkıyor. Little Boston gerçekten inanılmaz bir petrol kaynağına yataklık yapıyor, lakin işler istenildiği gibi yani “haydi petrolü çıkaralım ve hemen zengin olalım” şeklinde yürümüyor. Plainview zengin olmak uğruna bu yolda pek çok şeyden ödün vermek zorunda kalıyor. İnsanların hatta din kurumlarının dahi bu güç savaşı içerisinde yer alarak ne kadar kolay yozlaşabileceğini, bireylerin hayat boyu savundukları değerleri para ve maddi güç karşılığında en aşağılık biçimde ve kolayca nasıl hiçe sayabileceklerini görüyoruz film boyunca. Yönetmenlikdeki başarısı Magnolia (1999) ile tescillenmiş olan Paul Thomas Anderson, There Will Be Blood’da dönemin petrol bezeli Amerikasını resmetmekte büyük bir ustalık gösteriyor. Filmin sürprizi ise Little Miss Sunshine’da Nietzche hayranı suskun Dwayne olarak izlediğimiz Paul Dano. Kendisi rahip Eli Sunday olarak çok inandırıcı bir performans sergiliyor.

Film için şimdiye kadar yapılmış en iyi filmlerden birisi ne yazıkki diyemeyeceğim ama mesajını güzelce veren, bitmesi gerektiği yerde biten ve oyunculuklarıyla ve görüntüleriyle göz dolduran bir film olmuş There Will Be Blood.

Mamma Mia! (2008)






Türkçe Adı: Mamma Mia
Yönetmen: Phyllida Lloyd
Oyuncular: Meryl Streep, Amanda Seyfried, Pierce Brosnan, Colin Firth, Stellan Skersgard, Christine Baranski, Julie Walters
IMDB Puanı: 7
Zeynop Puanı: 7.6



2008 yazının en eğlenceli filmi diyebilirim Mamma Mia için. Abba’nın şarkılarından oluşan Mamma Mia müzikali senelerdir Broadway’de boy gösteriyordu ve bu yüzden Chicago ve The Producers gibi müzikaller gibi beyaz perdeye uyarlanması kaçınılmazdı diyebiliriz.

Yine kısaca konuyu özetlemek gerekirse, annesiyle birlikte küçük bir Yunan adasında yaşayan Sophie düğün hazırlıkları içerisindedir ve kendisini kilisede babasının damada teslim etmesini istemektedir; lakin, babasının kim olduğu konusunda hiçbir fikri yoktur. Bir gün annesinin eski günlüklerini karıştırır babası olma ihtimali olan 3 kişiyi bulur ve bu 3 şahsı düğününe annesinden gizli bir şekilde davet eder.

Sophie’nin annesi Donna Sheridan’ı canlandıran Meryl Streep film boyunca yerinde durmuyor, zıp zıp, hop hop, bu yaşta bende bile yok bu enerji. Kendisinin şarkı söyleme kabiliyeti de muhteşem. Özellikle “Money, Money, Money” performansına bayıldım. Sophie’yi canlandıran Amanda Seyfried ve Sophie’nin koca adayı Sky (Dominic Cooper) da bayağı iyi şarkı söylemişler. Colin Firth de iyi sayılır ama Stellan Skarsgard, Julie Walters bir de Pierce Brosnan için aynı şeyleri ne yazıkki söyleyemeyeceğim. Pierce Brosnan’ın ses tonu şahsi kanaatimce yer yer Bruce Springsteen’i andırıyor olsa da ne yazıkki notaları pek tutturamıyor kendisi.

Ama genel olarak bakıldığında enerjisini ve doğallığını bir saniye bile kaybetmeyen bir filmden söz etmekteyiz burada. İçinde öyle derin anlamlar, çılgın mesajlar aramaya gerek yok. Film boyunca yüzünüz gülüyor, ayaklar tempo tutuyor, ABBA’ya olan saygınız artıyor, daha ne olsun?



The Strangers (2008)



Türkçe adı: Ziyaretçiler (Strangers olmuş size Ziyaretçiler, haydin bakalım)
Yönetmen: Bryan Bertino
Oyuncular: Liv Tyler, Scott Speedman ve 3 tane maskeli kişi.
IMDB puanı: 6.7
Zeynop puanı: 6

Yeni Blog’umun açılışını Bryan Bertino’nun The Strangers adlı filmiyle yapmış bulundum. Öncelikle kısaca filmin konusundan bahsedeyim.

Kristen ve James ilişkilerinde çalkantılar yaşayan bir çifttir ve filmimiz onların gece yarısı James’in ailesinin boş evlerine gelmeleriyle başlar. Kristen ve James’in arasındaki sorun acaba ne diye düşünürken zavallı James’in o gece Kristen’e evlenme teklif ettiğini, kız kabul eder düşüncesiyle de ailesinin evini bir güzel gül yapraklarıyla süslediğini, şampanyalar hazır ettiğini görürüz. Fakat Kristen “Henüz hazır değilim James” diyerek James’in duygularıyla oynamıştır, ve ikili arasında filmin ilk anlarında başgösteren iletişim kopukluğunun da yegane sebebi budur. Evde o gece yaşayacakları olaylar çiftimizi tekrar birbirine yaklaştıracaktır yaklaştırmasına ama bir yandan da ikisini de doğduklarına pişman edecektiir. James ve Kristen kendi dertleriyle boğuşurlarken birden kapı çalar, garip görünüşlü bir kadın “Tamara evde mi aceba?” diye sorar ve olaylar başlar. Ev artık 3 maskeli şahıs (1i erkek, 2si kadın) tarafından çevrelenmiştir ve bu 3 kişi gece boyunca evin 2 sakinine fiziksel ve ruhsal şiddet uygulamaya başlarlar. “Peki neden?” diye sorarsanız da cevap maskeli şahıslardan gelir “Çünkü evdeydiniz”.

Sebepsiz şiddet konulu filmleri düşündüğümüzde aklıma ilk gelen Haneke’nin Funny Games adlı filmidir. Haneke bir yandan sebepsiz şiddet kavramını sorgularken, bir yandan da izleyicinin beklentileriyle oynayıp seyircinin filmi baştan sona izleyerek bu şiddete tanık olmayı seçtiği ve daha fazlasını da görmeyi arzu ettiği gerçeğini yüzüne vuruyor.

The Strangers'a baktığımızda ise durum bundan epey farklı. Filmin vermeye çalıştığı bir mesaj yok. Filmin tek amacı, seyirciyi ses efektleri ve ani çıkışlarla zıplatıp, garip görünümlü maskelerle korkutmak. Hakkını verelim ki bu amacına ulaşıyor. Ama film bittiğinde “Eee, ne yani?” demekten kendinizi alamıyorsunuz. 85 dakikalık bu sebepsiz şiddet gösterisi şahsınızda büyük bir sinir ve rahatsızlık uyandırıyor. (En azından bende uyandırdı)

Bu arada filmin başında ekrana “Film gerçek olaylardan esinlenmiştir” diye bir yazı çıkıyor ve film boyunca düşünüyorsunuz, acaba bu olaylar gerçekten oldu mu diye. Ama filmin esinlendiği asıl olay şuymuş: Yönetmen küçük bir çocukken kapısı çalmış ve gelen adam tanımadığı birisinin evde olup olmadığını sormuş. Bundan sonra da öğrenmişlerki mahallelerinde boş evleri soyan bir çete varmış. Nereden nereye.